Demokratın histerisi

Yabancı dil insana bir serbestlik, dahası başıboşluk hissi verir. İkinci dili İngilizce olanlar mesela, ‘fuck’ kelimesini büyük bir fütursuzlukla kullanırlar. Çünkü bu kelimenin onlar için yalnızca anlamı vardır, bir referansı yoktur. Bu kelimeyi daha çocukken ilk telaffuz ettiklerinde ağır bir tepkiyle karşılaşmamışlardır. Suratlarına okkalı bir tokat yememişlerdir. Bir bedel ödememişlerdir. Bu kelime onlara bedavaya gelmiştir. Anadilinin kuzuları, bir bakmışsınız yabancı dilde bitirim kesilmiştir.

Demokrasinin dili de bize yabancı bir dildir. Demokrasi kelimesi tam da bu yüzden, ‘iyi çocukluk’tan feragat gerektirmeden herkesin sükûnetle ve itidalle kullanımına açıktır. Bedavaya demokratlık ortalığı germez. Bedavaya ‘fuck’ gibi.

Ve bedavaya demokrat diğer demokrat ‘dostlarına’ sürekli sükûnet çağrısı yapar. Gerginlikten yakınır. Histeriye gerek yok arkadaşlar. Sakin olalım. Yavaş yavaş.

Peki diğer demokrat niye histeriktir? Niye ortalığı birbirine katmaktadır? Hasta mıdır?

Buyurun hadi Şerif Mardin’in istediğini yapalım. Biraz ahlâk tartışalım.

Soru. Mesela zinanın ölümle cezalandırıldığı bir ülkede demokrat bir gazeteci zina haberi yapar mı?

Haberin ehemmiyeti ne olursa olsun basit bir zinacıyı ölüme, yok olmaya götürecek bir ihbarda bulunur mu?

Valla insansa yapmaz. Demek demokrasinin olmadığı yerde insan, hem insan hem gazeteci olamıyordur. Gazeteci, ya insanlık adına mesleğine ihanet ediyordur. Ya da mesleği adına insanlığa. Eli kolu bağlanıyordur. Vicdanıyla iş ahlakı arasında hareketsiz kalıyordur. Bu çok ağır bir ikilemdir. Çok acil bir sorundur. Bu kimi insanı, kimi gazeteciyi nefessiz bırakır, boğar. Ve isyan ettirir. İşte bu histerinin başlangıcıdır.

Gazete kupürleriyle bir iktidar partisine kapatma davası açılan bir ülkede, bu iddianameye bir iki kupür daha ilave edecek haber yapılır mı? Demokrasi eğer anadilinizse, bunun vicdani yükünü hissedersiniz ve yapmazsınız. Eğer demokrasi yabancı dilinizse, yaparsınız, hem de dava açıldığının hemen ertesinde yaparsınız. Bunun adını da ‘objektif, demokrat gazetecilik’ koyarsınız.

Tıpkı bir asker gibi ‘prensipleri’ ahlaka ve vicdana tercih edersiniz. Oysa yalnızca haberin doğruluğunu değil, haberin özgül ağırlığını da bir gazeteci olarak kontrol etmek zorundasınızdır. Hafif bir haberin hafif kalması, haberin doğruluğunun olmasa bile hakikatinin bir parçasıdır.

Bu haberi yapmayan, yapamayan gazeteci demokrasi hususunda tabiatıyla acilci olacaktır. Eli kolu vicdanen bağlanmıştır. Bir an önce ellerini çözmek isteyecektir. Histeri yaratacaktır.

Oysa, bu haberi yapan gazetecinin indinde demokrasi bir süstür. O zaten serbesttir. Demokrasiyle ilgili ‘larj’ olacaktır, itidalli bir dil tercih edecektir, gerginlikten, histeriden uzak duracaktır. Demokrasinin yokluğu ona dokunmamaktadır. O her ortamda ‘objektif gazeteciliğini’ icra ediyordur. Onun küçük bir haberiyle birinin boynunu uçurmuşlar ne fark eder? Biraz sabredersek birkaç eksik kelleyle de olsa, demokrasi gelir nasılsa.

Bir başka örnek. Haber. AKP Taksim’i 1 Mayıs’ta işçilere kapattı. Demokrasinin olduğu bir yerde bu haberin anlamı açıktır. AKP babadan kalma bir işçi düşmanıdır. Ama bugünün Ergenekon’lu, darbeli ikliminde, biri gelir ve size AKP’yi korkuttular, bu sudan ucuz popülist fırsatı kaçırttılar derse, şüpheye düşmek zorunda kalırsınız. Öte yandan Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki aniden iktidarlı ve küstah çıkışlarına, valinin joplarının şehvetine bakarsınız, AKP’nin Taksim’i sadist bir zevkle kapattığını da rahatlıkla düşünebilirsiniz.

Ve/fakat, demokrasinin olmadığı bir memlekette, hiçbir zaman bu haberin gerçeğine vâkıf olamazsınız. Habere anlam katamazsınız. Haber yalnızca harflerden ibaret kalır. Enformasyondan habere, harflerden anlama, muammadan gerçeğe geçemezsiniz. Bu durumdan sıkışır, bunalırsınız. Acil demokrasi talep edersiniz. Histeri yaratırsınız.

Demokrasi yoksa gazetecilik de yoktur. Gazeteciliğin olmaması birilerinin paniğe kapılmasına neden olur. En büyük paniğe, histeriye kapılan da sanırım gazeteci olan, gazeteciliğe inanandır. Sakin olanların asıl işinin ne olduğunu bence hepimiz her gün merak ediyoruz.

Demokrasinin dili, tabiatı gereği histeriktir. Bir bebeğin dili gibi. Çünkü talep ettiği çok temel bir ihtiyaç maddesidir. Bebeği doyurmak için önce susmasını, sakinleşmesini beklerseniz, bebeği öldürürsünüz.

‘Prensiplerinizle’ yaptıklarınızla ve yapamadıklarınızla, görünen o ki, öldürmeye de niyetlisiniz.

Posted at zaman: 10:35 on 30 Haziran 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Yeni Aristokrasi

Bebeklerinin ismi artık Aleyna’dır, Melisa’dır, Alisa’dır. Onlar aslen buralıdır. Ama onlar artık buranın yerlisi değildir. İsimleri konvertibiliteye açıktır. Bu çocuklar mutlaka dünya standartlarında eğitim alacaktır. Bu eğitim dünyadakinin 10 misline patlasa bile. Anayı babayı pahalısından memur, ucuzundan esir etse bile. Yaşadıkları ülkede devlet, bırakın ilköğretimi, üniversitede bile doğru dürüst eğitim vermiyormuş, ne gam... Bu onların değil, ‘yerlilerin’ meselesidir.

Artık tüketmek için İngiltere’ye, Fransa’ya gitmeleri gerekmiyordur. Avrupa, Türkiye’nin Batı kültürü üretmeden Batı kültürü tüketme arzusunu çok iyi kavramış ve onun ayağına gelmiştir. Haute Couture markaların üzerine uydudan eş-anlı Amerikan dizilerini, bir iki İstanbul festivalini ve İstanbul’un Batı’yı şaşkınlığa düşüren gece hayatını ekle, iş bitmiştir. İstanbulizm. You really feel at home.

Onlar artık tescilli Batılıdır. Bu yalnız ve güzel memlekette kendilerine tatlısıyla acısıyla dört dörtlük bir ‘expatriot kültür’ tesis etmeyi sonunda başarmışlardır.

Sömürgeci expatriot’un kültürü fena halde kıyakçı bir kültürdür. Batılı olmanın sorumluluğuna sahip olmadan Batılı olmanın ayrıcalıklarına sahip olmaktır. İnsan bunu ancak memleketinden uzak, güzel ve yalnız bir ülkede yapabilir. Yaşanan acılardan ve geçmişten kendinizi sorumlu hissetmediğiniz, ama ülkenin geleceğinde söz sahibi olduğunuz bir yerde. Gelecek söz konusu olduğunda ‘expatriot’ yerlidir, geçmiş söz konusu olduğunda ise yabancı. Ne kıyak di mi?

Expatriot’un siyasi görüşü kendi ülkesinde geçerlidir. Kendi ülkesinde demokrattır mesela. Ama kolonide faşist olabilir. Çünkü ‘expatriot’ anavatanının siyasetiyle ilgili hayalci olabilir, ama koloninin antropolojisinde ‘gerçekçi’ olmak zorundadır.
Zaten ‘gerçekçi’ olmak onun bizzat işidir. Hayatını böyle kazanır. Aynı ‘gerçekçilik’ Batı’da para etmez, o da zaten bu yüzden buradadır. Burada, kolonide, beş para etmez ‘gerçekçiliğini’ pazarlamaktadır.

Hem gerçekçi hem hayalci, hem ilerici hem muhafazakâr, hem demokrat hem de faşist olmayı aynı anda başaran ‘expatriot’, herkesten çok soydaşı Batılı demokrattan nefret eder. Çünkü bu küstah demokrat, hiç bilmeden ahkâm kesmektedir. Hiç anlamadan akıl vermektedir. Ayrıca burası o ‘yabancı demokratın’ değil, artık onun ülkesidir. (İşte ‘expatriot’ aniden yine yerli oluverdi.)

‘Expatriot’ kendi geleceğiyle yaşadığı ülkenin geleceğini aynı gelecek olarak görmez. Bu iki geleceği itinayla birbirinden ayrı tutar. Onun ve torunlarının ‘ayrıcalığı’, bu iki geleceğin birbirinden ‘ayrı’ olması üzerine kurulmuştur.

Globalizm sanki Türkiye’de bazılarını kendi anavatanında ‘expatriot’laştırıyor. Ayrıcalıkları sabit bir burjuvaziyi kör bir aristokrasiye dönüştürüyor. Müthiş bir kavram kargaşası yaratıyor. Siyasi bölünmelerde ırkçılığın söylemini taklit etmek imkânı veriyor. (Türbanlı türbansız bölünmesi kuvvetli ırkçı nameler taşıyan bir bölünmedir.)

Bu denemeyi TÜSİAD’ı ve onun uzak-yakın çevresindeki zihniyeti anlayabilmek için yazıyorum. Yüzde yüz Batılı gibi olmaya gayret edenlerin niye Batı konusunda ayak sürüdüğünü kavramak, niye AB ve demokrasi konusunda bir türlü samimi olamadığını görebilmek için yazıyorum.

Hem demokrat, hem faşist, hem şehvetle Batılı, hem hiddetle Batı düşmanı olabilme hali anlaşılması zor bir şizofreni. Bir ülkenin en Batılı semtlerinin (Etiler, Nişantaşı mesela) seçimlerde Batı’dan uzaklaşmayı en çok kafasına koymuş partiye, CHP’ye oy vermesi biraz fazla manidar.

Bu insanlar Batılı hayat tarzından vazgeçecek insanlar değil. Ama Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmakta bir sakınca görmüyorlar. Batılılığı bir ayrıcalık olarak yaşamak istiyorlar. Kendi anavatanlarında bir ‘expatriot’ gibi yaşamak istiyorlar, bunu tercih ediyorlar. Türkiye’nin Batı’yla yegâne ve ayrıcalıklı bağının kendileri olmasında diretiyorlar. “Yerlileri” bu işe karıştırmaktan hoşlanmıyorlar.

Sanki buralı değiller de, Türkiye’de yaşayan birer Sarkozy, birer Merkel’ler. Türkiye’de yaşayan Avrupa kökenli koyu Hıristiyan demokrat bir ‘expatriot elit’ eğer varolsaydı, aynı onlar gibi davranırdı. Türkiye’yi sürekli kol mesafesinde tutup, ne Avrupa tarafına, ne de başka tarafa salardı.

Söz konusu seçkinler, sevinci, tasası ve Amerikan pazarıyla eskiden Sovyet seçkinlerini andırıyordu. Şimdi devir değiştikçe sanki Güney Afrika seçkinlerini hatırlatıyor. Garip. Çok garip.

Posted at zaman: 11:40 on 28 Haziran 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Mucizeler İttifakı

Maç çevirecek kalitede futbolcular + Değerini Türkiye sığlığında değil dünya derinliğinde idrak etmeyi kafasına koymuş dikkate şayan bir teknik direktör + Futbola yapılan onca yatırım + Başarıya duyulan açlık + Dünya piyasasında fiyatını yükselteme fırsatı = Yarı final. Belki de final.

Ve mucizeyle uzak yakın alakası olmayan bu sonucu, bir ‘Çılgın Türk’ mucizesi olarak sunmaya çalışan ucube Türk basını.

Bu denklemde ortada akıldan uzak bir şey varsa, o da Türk medyasıdır. Madem Allah’ın 70 milyon seçilmiş kulu ve onların iman gücü mucizelerin kudretiyle donatılmıştı, 20-30 yıl evvel bu kudret neredeydi?

Türk futbolu mucizelerden çok uzakta yaşıyor artık. Ama gelin görün ki, Türk medyası hâlâ kıçını omuzlarının üzerinde gururla taşıyan bir ucube olmaya devam ediyor.

Bu medyanın zihninde Erke Dönengeçi’yle Türk futbolu arasında hiçbir fark yok. Dahası, olmamalı da. Pozitif olanı imana tahvil eden, imana dair olması gerekeni pozitivizmle kırıp bozduran ruh hali, ruhban hali...

İşin garibi laf Türkiye’ye gelince, Avrupalı da aynı muhabbete bayılıyor. Aynı sularda serinliyor. Türk mucizesi diyor, onlar da. Ne mucizesi ulan!..

Bu ‘mucize ittifakı’na dikkat edin. Bu mucize çarşafında Avrupa’yla Türkiye’nin birbirini şehvetle okşamasına dikkat edin. Çünkü AB’ye girmeyi önemsiyorsanız, Avrupa ve Türkiye’yi hiç çıkmak istemedikleri bu sado mazo faşist yataktan çekip çıkartmak için çok ama çok uğraşmanız gerekecek.

Demokrasinin dilinde birbirine yaklaşamayan Avrupa ve Türkiye, mesele Türk Futbolu olunca, birbirine yumuluyor ve dillerini sado mazo bir arzuyla birbirine doluyor.

İşte Avrupa faşizanlığıyla Türk faşizanlığını, Avrupa gericiliğiyle Türk gericiliğini, Avrupa kavimciliğiyle Türk milliyetçiliğini bir araya getiren müstehcen ittifak. Mucizeler İttifakı.

Faşizan ittifaklarda kaçınılmaz olarak sadist ve mazoşist taraflar mevcuttur. Yalnız ve güzel taraf, mazoşist taraftır. Kader kurbanıdır. Ama güzeldir ya, Tanrı ondan yanadır. Mucizeler ondan yanadır. Sadist taraf da bunu seve seve kabul eder. Mucizeler senin olsun güzelim, hakikat de benim. Ben seni hakikatle ezerim, sen de beni mucizelerle hırpala. Ben seni 39 yıl döverim, ben sadoyum, sen de beni 40 yılda bir, sen de nasılsa mazosun. Ben seni hakikatime kabul etmem, sen de beni mucizene kabul etme.

Aslında Avrupalı Türk’e şöyle demektedir. Sen kendini mucizelerin hakikiliğine inanarak aşağıla, ben de kendimi hakikatimin mucizevî olduğuna inanarak yücelteyim.

İnsan ruhunun karanlığında mazoşizm yosun gibi ortalığı sarmasa, sadistlik neyle beslenir. Mazoşistin varlığı olmasa, sadist ne kadar da yalnız ve çirkindir. Avrupa’nın milliyetçisi Türk milliyetçisinin varlığına duacıdır.

Mucizeler İbrahimî dinlerin ‘pagan’ yanıdır. Mucizeler, Tanrının ‘kendi yarattığı’ dünyaya inip taraf tuttuğu, taraf tutmanın ötesinde meseleye bizzat müdahale ettiği anlardır. İlk yaptığı müdahale adilâne görünebilir, deniz yarılır, kurtuluş yolu açılır. Ama sonra bir bakmışsınız kurtulanlar kendini Tanrının seçilmiş kulu ilan etmiş. Onlar da haklı. Deniz önümde yarılırsa, ben de kendimi seçilmiş hissederim. İbrahimî dinlerin birbiriyle mücadelesi, seçilmişlerin mücadelesidir. Her biri bir başka türlü seçilmiştir. Medeniyetlerin ya da dinlerin mücadelesi değildir bu. Aynı medeniyetin içinde cereyan eden acımasız bir ‘seçilmişlik’ mücadelesidir. Mucizelerin mücadelesidir.

Müslümanlık peygamberini ve inancının temelini mucizelerden büyük bir incelikle uzak tutsa da, kültüründe mucizelerden zerre kadar uzak durmayı başaramamıştır. Ne de olsa temelinde aynı İbrahimî kültür.

Dine karşı ‘mesafeli’ olmayı seven cumhuriyet kültürümüz de, nedense din kültürü içinden en faşizan şeyi, mucizeleri çıkarıp başımıza taç etmeyi bilmiştir.

Avrupalı kavimciyle Türk milliyetçisinin ittifakı tatlıdır. Avrupalı büyük ve kalıcı mucizenin sahibidir. Onun seçilmiş çocuğudur. O ‘mucizenin’ adı, Batı Medeniyeti’dir. Burada Türk’e yer yoktur. Ama şu Çılgın Türkler yok mu, onların da kendi mucizeleri vardır. Sen onun küçük mucizelerine bulaşma ki, o da senin büyük mucizene bulaşmasın.

İşte bu yüzden Avrupa, en az Türkiye’nin ona muhtaç olduğu kadar Türkiye’ye muhtaçtır. Büyük Mucize’den kurtulmak için muhtaçtır. Ruhunun derinliklerindeki faşizmden kurtulmak için muhtaçtır. Avrupa Kültürü seçilmiş insanlara bahşedilmiş bir mucize değildir. Avrupa Kültürü, dışardan naklettiği kanı da hesaba katmayı unutmazsak, insanlığın eseridir.

Futbola gelince, futbol masumdur. Daha da önemlisi, futbolun masum olduğuna inanmayanın bunları tam da bugün böyle görebilmesi imkânsızdır.

Posted at zaman: 11:00 on 26 Haziran 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

İleri gitmek...

Taraf ne yaptı? Taraf yine ileri gitti.

İleriye gidince karşınıza kim çıkıyor? Asker çıkıyor. Bunu herkes biliyor mu, biliyor.

Ama tam ne kadar ileri gidince karşınıza asker çıkar, bunu bilmezler. Bilmek istemezler. Askerin üzerine gidince, asker bugün ne kadar geriler, yarın ne kadar üstünüze ilerler, bunu bilmezler. Bilmek istemezler.

Bunu askerin üzerine gidebilen bilir. Ve bunu, bütün ülkeye bildirir. Bu çok önemli bir bilgidir. Bu siyasetin topolojisidir. Bir harita gibidir.

İleri gitmekten hoşlanmayan ‘demokratlar’ kimlerdir? Onlar yerinde duran ‘gerçekçi’ demokratlardır.

İleri giden demokratla yerinde duran ‘demokrat’ arasındaki mücadelede, laf döner dolaşır tek bir kelimeye iner. ‘Gerçekçiliğe’.

Dikkat. Yerinde duran ‘demokratın’ gözünde ileri giden demokrat ‘gerçeğe’ ihanet etmiyordur. ‘Gerçekçiliğe’ ihanet ediyordur.

Bir insan gerçeğe ihanet etmeden, gerçekçiliğe nasıl ihanet edebilir? Bu da daniskasından felsefi bir mevzudur. Yani, hakiki siyasi tartışma budur.

Ama en temel felsefi sorunun, “Ben kimim” diye değil, “Sen benim kim olduğumu biliyo musun” diye sorulduğu bir ülkede, felsefenin sınırları siyasetin çok gerisindedir. Bunun da vahim sonucu çok basittir. Ağır anlam kaymaları. İkiyüzlülüğe çok elverişli bir iklim. Kendine yalan söyleyebilmenin ve kuruntunun bütün imkânlarına açık bir ortam.

Marx ve din olmasa bu memlekette felsefeye giriş yoktur. Hoş, ikisi de Türkiye’de felsefeye arka kapıdan girmiştir. Ama en azından girmiştir.

Marx’ın ‘teslim olma!’ kapısından girenler arasında felsefenin kalbine kadar telef olmadan ulaşabilen az da olsa, mevcuttur. Dinin ‘yalnızca O’na teslim ol!’ kapısından felsefeye girenlerden kaç kişi nereye ulaşabilecek, fırsat verirsek, onu da zaman gösterecek.

Kemalizmin pozitivist kapısı ise iğne deliği kadar dar tutulmuştur. İçgüdüsel bir zekâyla, siyasetten önce, topluma felsefe yasaklanmıştır.

Çünkü felsefe, siyasetin ta kendisidir. Batı’da siyasi kavramların anlamını, içeriğini, içeriklerinin ne kadar zorlanabileceğini, yani sınırlarını, önce felsefe belirler. Siyasetin ortak dilini felsefe kurar. Böylece iyi kötü bir anlam birliği oluşur. Ve tartışma tartışmaya benzer.

Felsefesizliğimiz, Şerif Mardin’in dediği gibi bir ihmal, bir beceriksizlik midir? Yoksa felsefesizlik, askerin ‘felsefesi’ midir?

Askerin düşüncesi felsefenin yerine stratejiyi ikame eder. Ahlakın yerine de prensipleri. Bu askerliğin tabiatındandır. Çünkü asker sürekli savaşa hazırdır.

Çok gariptir ama, bütün terminolojisini askeriyeden alan reklamcılık da aynı felsefesizliğe sahiptir. Reklamcılığın da ahlakı yoktur, prensipleri vardır. Felsefesi yoktur, stratejisi vardır. Çünkü sürekli bir ‘kampanyası’, yani savaşı vardır.

Murat Belge geçen gün köşesinde bir reklamın niyetini sorgularken, reklama epey mesafeli bir insan olmasına rağmen, gerçeği tam ensesinden yakalamış. Evet, reklamcı mümkün olan bütün imkânları kullanır. Çünkü reklamın ‘amaca yönelik prensipleri’ öyle öndedir ki, bir türlü sıra ahlaka, felsefeye gelmez. Gelemez.

Askerimiz bundan böyle bir ‘reklamcı’ gibi çalışacaktır. Yeni darbe modeli budur. Taraf gazetesi de onun strateji ve piyar planını ele geçirmiş ve bütün dünyaya teşhir etmiştir. Siyasetimizin yeni topolojisini, haritasını gözler önüne sermiştir.

Bir zamanlar bir Çinli’nin demokrasi mücadelesiyle ilgili hiç bitmeyen bir yazı okumuştum. Öyle yalnız, öyle ileri giden bir demokrattı ki, ailesi ve çevresinin gözünde bir meczuptu. Hayatının çoğu da hapiste geçti.

Ama bakın bir başka Çinli demokrat onun için ne diyor. “O bir barometre gibiydi. Ona bakıp anlayabiliyorduk, bu toprak mecbur kalınca ne kadar demokrasi kaldırabiliyor. O bizim haritamızdı. Özgürlüğün sınırları onun sayesinde görünür hale geliyordu. Ve sınırlar, ‘yerinde duranların’ sandığından daha genişti. Veya çok farklıydı.”

Sınırları keşif için insanı harekete geçiren siyaset değil, felsefedir. Siyasetin sınırları bir yana, bir coğrafya haritası çıkarabilmek için bile ölümü göze alan insanlar var olduysa, bu sayede oldu.

Son sözüm askere. Evet, Taraf’ın arkasında daha önce hiç görmediğiniz, hiç tanımadığınız bir şey var. Yok ettiğinizi varsaydığınız bir şey. Bir felsefe var. Felsefi bir birlik var. Sizin de felsefeye karşı bir teçhizatınız yok. Bütün teçhizatınız siyasete karşı. Bu felsefe yaşarsa, eninde sonunda askerliğe geri çekileceksiniz.

Ve ancak o zaman, Türkiye’de gazeteciliğin de bir ahlakı, bir felsefesi olacak. Onlar da gazeteciliğe geri çekilecek.

Mücadele, demokratla ‘demokrat’ arasındadır. İleri gidenle yerinde duran arasındadır. Felsefeyle babadan kalma siyaset arasındadır. Bu yeni. Buna artık alışın.

Posted at zaman: 11:00 on 23 Haziran 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Velev ki siyasi simge, niye olmasın?..

Garip ama gerçek. Garip ama gerçek olan şeyler o kadar çoğaldı ki, onların garipliğinden mi şüphe etmek lazım, yoksa gerçekliğinden mi?.. Bu mesele bizi aşar. Bir şüpheciye sormak lazım.

Gerçek olan şu. “Velev ki siyasi simge olsun...” cümlesi bir iktidar partisiyle birlikte bir memleketi dibe götürüyor.

Ve garip olan şu ki, tam da bu cümle, bu ülkeyi kurtarabilirdi, o ‘meşhur uzlaşma’nın temeli olabilirdi.

Ama ne söyleyen ağzından çıkanın, ne de bu cümleye atlayan mağribi, bulduğu malın farkında.

Yargının vicdansızlığına bir yandan da müteşekkir olmak lazım. Vicdanı olanlara hukuk felsefesinin kapısını açtı. İşte size hukukçu olmayan bendenizden amatör bir hukuk yazısı. Hukukta amatörlüğün bu günlerde inandırıcılığı hiç şüphesiz ki çok yüksek. Müsaadenizle bundan istifade etmek istiyorum.

İşte fırsatı kaçan uzlaşama.

Türbanı ‘ancak ve ancak’ bir siyasi simge olarak üniversiteye kabul ettiğiniz takdirde, gerçek kamusal alandan uzak tutabilirsiniz. Böylece aradığınız uzlaşma teminatını da gökte ararken yerde bulmuş olursunuz. Tabii ki iyi niyetliyseniz. Dayatmadan ziyade, hakiki bir uzlaşma arayışı içindeyseniz.

Türban bizatihi bir siyasi simge olduğu için üniversiteden uzak tutulamaz. Ve ancak ve ancak, yine aynı nedenle, eğer bir siyasi simgeyse, devlet dairesinden, ilkokul öğretmeni kürsüsünden uzak tutulabilir.

Aranan teminat bu değil miydi? Ben mi yanlış hatırlıyorum?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının arkasındaki zımni mantık ve teminat da zaten budur.

Medeni dünyada üniversite, her siyasi görüşün özgürce ifade edildiği bir yerdir. İfade özgürlüğü de yalnız konuşmayı yazmayı değil, kendini kıyafetle, sembollerle ifade etmeyi de kapsar. Bizim asker anayasamız bile ne yaptığını fark etmeden, ifade özgürlüğünü özgürlükler kapsamına almıştır.

Avrupa’da türbanı üniversitenin dışına itmek tam da bu yüzden hayal edilemez bir özgürlük kısıtlamasıdır. Türban bizatihi bir siyasi simge olduğu için. Çünkü bir siyasi simgenin üniversiteye girememesi, üniversiteye düşünce özgürlüğü kısıtlaması getirmek demektir, ki bu da, Avrupa’da kabul edilemez bir şeydir.

Ama yine aynı Avrupa, mesela İsviçre’de bir ilkokul öğretmenin okula türbanla gelme hakkını tek kalemde çizip atabilir. Bunun nedeni de temelde aynıdır. Türbanın bir siyasi simge olması.

Yani Avrupa’nın türbanı bazı yerlerden uzak tutabilmesinin koşulu, türbanı üniversiteye, bir siyasi simge olduğunu öncelikle teyit ederek kabul etmesindendir.

Avrupa hukukunun mantığı şudur. Velev ki siyasi simge olsun demeyelim. Basbayağı siyasi simge olsun diyelim. Üniversiteye ‘doğal olarak’ kabul edelim, bunun karşılığında da kamusal alandan, yani siyasi propagandanın özgür olmadığı alandan uzak tutalım.

Özgürlükçüdür veya değildir, ama bu, en azından başı sonu olan bir hukuktur. Ve ortak bir mantık çerçevesinde tartışmaya açıktır.

Türkiye’de ise böyle bir hukuk tartışması fırsatı toplu histeri nöbetleri yüzünden heba olup gitmiştir.

Uzlaşmada samimiysen, niye böyle bir tartışma fırsatının üzerine atlamıyorsun? Tamam kardeşim, madem öyle dedin, öyle olsun, siyasi simge olsun, buyur siyasi simgeni üniversiteye sok. Ama madem siyasi simge olduğunu kabul ettin, oraya veya buraya da zinhar sokamazsın demiyorsun?

Çünkü sen uzlaşma falan istemiyorsun. Asgari bir demokraside uzlaşma, böyle tartışma fırsatları üzerinden ilerler. “Çoğulcu darbeler” üzerinden değil.

Tartışmaya ve uzlaşmaya buradan başlarsak, bir bakmışsınız, üniversite nedir, onu da fena halde tartışmaya başlamışız. ‘Gerçekçi’ hiç kimse de Türkiye’de bu tartışmaya ‘gerçekten’ girmek istemez, di mi?

Ve sen, böyle tartışma fırsatlarını değerlendireceğine, darbeleri normalize etmek, sıradanlaştırmak, meşrulaştırmak fırsatlarının üzerine atlarsan, birileri de senin iyi niyetinden şüphe eder.

Çünkü bütün söylediklerinin arkasında çok ‘karmaşık’, ama bir o kadar da ‘basit’ bir iki cümle vardır.

O bir iki cümle de şudur. Bu ülke çok karmaşık bir ülkedir. Bu karmaşıklığı kimsenin, ama kimsenin aklı alamaz. Ne yaparsanız yapın, ama asla benim hassas ucubeme dokunmayın. İlla değiştirecekseniz, makinenin yağını değiştirin, ama sakın daha fazla ileri gitmeyin. Çünkü bilmiyorsunuz. Bu ucube makineyi icat eden bile artık bunun nasıl işlediğini unutmuş, siz gafiller, nereden bileceksin?..

İşte size, sakın elleşmeyin, makine bozulur, demokrasisi.

Makineye ‘yeni yağ’ devrimi. Radikal bir hamle.

Posted at zaman: 11:35 on 21 Haziran 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Atatürk'ün Onur'u

Vicdanı zaaflarının gerisine düşmüş insan, en tehlikeli insandır. Bu insan yalnızca karşısındakine yalan söylemez. Kendine de yalan söyler. Sosyopatlığa giden yolun tam ortasıdır bu.

Çünkü zaafları öyle bir noktaya varmıştır ki, yeni bir vicdan icat etmesi gerekir. Eski vicdanı bu zaafları artık taşıyamıyordur. Hakikati itiraf etmeyi geciktirdikçe geciktirir. Hakikati çarpıttıkça çarpıtır. Çözdükçe dolanır.

Adam karısını aldatıyordur. Başkasına âşıktır. Bunu açık açık söylemez. Binbir dert icat eder. Binbir sorun yaratır. Hayatı yaşanmaz hale getirir. Üçüncü kişinin varlığından bihaber kadın helak olur. Meseleyi çözülebilir bir mesele telakki eder. Ama ne yapsa beş para etmez. Tükenir. Tükendikçe, kendinden nefret eder. Bir gün adam çözülür. Bir üçüncü kişinin varlığından söz eder. Ama utanmadan da ilave eder, bizim meselemizin bununla alakası yok. Seni bir başkası için terk etmiyorum. Hâlâ yeni bir vicdan ya da vicdansızlık bulamamıştır kendine. Ama çözülüvermiştir işte. Kaçırıvermiştir altına.

Onca çaba. Onca debelenme. Hele hele şu kısa ömürde sırf birisi façasını bozmasın diye boşa geçen onca vakit. Kadının kendine olan nefreti aniden karşısındakine döner. Sulh ile bitebilecek bir mesele nefretle biter.

Sonunda Onur Öymen çözüldü. Onur Öymen CHP’dir. Sahibinin sesidir. Ve dedi ki, AB gerçekçi değil. AB’den vazgeçip Atatürkçülüğe dönelim.

Şunu baştan söylesene be kardeşim.

Atatürk’ün muasır medeniyet rüyasının çocukları şimdi bu zaafı hangi vicdana yerleştirecek?

Çünkü bu cümleyi şöyle de okuyabilirsiniz. Muasır medeniyet gerçekçi değil, Atatürkçülüğe geri dönelim.

Bir adım daha ileri gidin, bu cümle deli divane olur. Atatürkçülük gerçekçi değil, Atatürkçülüğe geri dönelim.

Hâlâ Atatürk’ü kimle aldattığının adını vermiyor. Ne Onur ama... Hadi artık söyle. Kemal mi, yoksa... yoksa Enver mi? Hadi artık söyle. Memleketi tükettin artık. Memleketin kaybedecek vakti kalmadı.

AB’yi terk etmek istiyorsun demek. Bakalım neyi terk ediyorsun. Geleceği karşılayabilmek için geçmişin prangalarından kopmaya çalışan medeni bir projeyi terk ediyorsun. Uluslarüstü, ortak vatandaşlık hukuku geliştirmeye çalışan bir projeyi reddediyorsun. Eşitliği istemiyorsun. Eşitlik teklif ediliyor sana, ‘nedense’ ben plebim pleb kalayım diyorsun. Ne Onur ama... Ne ‘gerçekçi’ onur.

Yalnızca ‘geleceği karşılayabilen’ medeniyetler dünyanın geleceğini şekillendirdi. Değişmeyen bir hakikat olmaya aday tek gerçek budur.

AB, dünyanın geleceğini şekillendirsin. Sen buna katılma. Sonra dünyanın geleceği de gelip seni ortalık yerde, şekil şekil şekillendirsin. Sen de bunun adına ‘bağımsızlık’ de. Anti-emperyalizm de.

Batı medeniyeti --ki ona birileri muasır medeniyet de diyordu- yeni bir ortak vicdan oluşturuyor. Bu vicdan artık dışarıdan muhalefete açık değil. Bunun karşılığında, becerebilene, hak edene, şartları kabul edene, ortaklık veriyor. Geleceği karşılamaya, geleceği kurmaya ortak ediyor. Dünya vatandaşlığı veriyor.

Batı’yla bir meselen varsa, bunu Batı’nın içinde çözebilirsin artık. Orada muhalefet edebilirsin. Dışarıda kalıp halledebileceğini düşünüyorsan, sanırım hakikaten Türk’ün dünyaya bedel olduğunu düşünüyorsun. Ne Onur ama? Ne ‘gerçekçi’ onur.

Kemalizmin ayağına dolanan Atatürk’se, Kemalist Onur, ona da acımaz. Yahu bir kültür bu kadar mı daraltılır? Kemalizmden kör topal bir ideoloji bile yaratamadınız. Emir komuta zinciriyle memlekete saplanmış bir doktrin yarattınız.

Batı’da pozitivizmin şehveti bitince, Batı’yla bütün alakanız bitti. Şimdi kendinize yeni bir ‘gerçekçi’ şehvet arıyorsunuz. Onu da, babadan bile değil, dededen kalma bir anti-emperyalizmde buluveriyorsunuz.

Artık dünyanın geleceğine ortak olmayı ‘gerçekçi’ bulmayana, dünyanın geçmişini veriyorlar. Hangi geçmişi istiyorsan seç beğen.

Aklın Batı’yla, medeniyetle her zaman sorunu olabilir. Olmalı. Ama sen faşizan bir şehvet istiyorsun. Batı’yı ve Batı’nın yeni bir gelecek için debelenişini hor görüyorsun. Dünyaya bedel muhayyilende kendi kendini tatmin etmek istiyorsun. Soldan sağa, aklı sıra Mussolini virajı almak istiyorsun.

Atatürk’ün çok önemli bir erdemi vardı. O da, Batı’yı küçük görmemesiydi. Şimdi onu da, onun elinden aldınız. Tamamen kitapsız, pusulasız kaldınız.

Atatürk’ün devri, aklın şehvetten örüldüğü bir devirdi. Ama görünen o ki, onun meselesi akıldı. Ondan ötesini bilemeyiz. Çünkü öldü.

Ama sen yaşıyorsun. Ve sadece şehvet arıyorsun. Şehvetin çoktan akıldan çözüldüğü, kendi köşesine çekildiği bir devirde, aklın geleceğinde bir leş gibi sırıtıyorsun.

Posted at zaman: 11:00 on 20 Haziran 2008 Cuma by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Bir sakıncası mı var?

Demokrasiden yana olanlara her gün yeni bir isim takarak köşelerinde geçinip gidenler var. Allah versin kardeşim. Allah versin...

Demokratların adı şimdi de özgürlükçü, yani ‘libertarian’ oldu. Daha önce liberaldiler. O da kesmezse, vahşi neo-liberaldiler. Ah ne işbitirici laftır, şu vahşi neo-liberal. Allah kazadan belâdan saklasın’a denk düşer. İnananı inanmayanı, hiçbir şeye teveccüh etmeyeni bile, en bâtıl noktasından yakalar. Bu lafı serpiştirin cümlelerinizin arasına, sonra yan gelip yatın. Hep aynı soldan çarklı şarkıyı çalın. İşler tıkırındadır. Şapkaya bahşiş, sadaka dolar.

Aslında ‘libertarian’la ‘liberal’ arasında dağlar kadar fark vardır. Ama olsun, memleketimde hepsi bir. Çünkü iklim müsait. Türkiye’de libertarianla liberali birbirinden ayıracak, bu farkı üzerinde taşıyacak bir siyasi zemin mevcut değil nasılsa. Öyleyse, salla gitsin.

Batı’da liberal, libertarian dediğiniz zaman anlamları ve dolayısıyla anlam farkları vardır. Türkiye’de bu kavramlar Batı siyasi düşüncesine birer referans olmanın ötesinde bir anlam taşımazlar. Çünkü böyle bir anlam farkının varolabilmesi, soluk alabilmesi için siyasi ve demokratik bir espas gerekir. Türkiye’de ise siyasi havasızlıktan bırakın liberali libertarianı, sağın solun bile anlamları gebermiş, leşleri çıkmıştır. Ama leşlerden beslenenler her daim mevcuttur. Tabiatın kanunu.

Hakiki tek siyasi mesele nedir memleketimde? Devlet. Kemalist Devlet. Ve onun alacakaranlıkta öten hukuk kuşları. Ve onun, millete yürümeyen otomobil, yürüyen çamaşır makinesi satan, yüzde 50’nin altına kâr demeyen, darbelerden katma değerli ‘milli’ burjuvazisi. Ve tabii ki, onun dokunulmaz, yargılanamaz, hatta haberi bile yapılamaz askeri. Seçimlerde TÜSİAD’la aynı partiyi destekleyen sol sendikaları da cabası.

Bu devlet daha ziyade bir silah olarak tasarlanmıştır. Memleketi sürekli rehin tutan bir silah. Bu devlet öyle belli belirsiz ideolojik aygıtları olan ‘derinliği medeni’ bir ‘burjuva devleti’ falan da değildir. Bu devlet bir tank gibi tasarlanmıştır. Derin devleti bile jandarmadandır.

Şimdi epey eski zamanda kimler niye bu devleti böyle tasarlamış, bu ayrı bir konu. Eski bir zamanın havasını, kokusunu solumadan, eski zamanın niyetine kısmetine bugünden hükmetmek zor iştir. Bu kadarı pekâlâ anlaşılabilir. Ama bugünün kokusunu almamakta ısrar etmek... Bunun adı tenzilatlı satıştır. Türkiye’nin kapanan siyasetinin elde kalan mallarını tenzilata sokmaktır. Sudan ucuz senatörlük var, kapanın elinde kalıyor! 61 Anayasası’na ne dersiniz? Paçalarından ve belinden biraz alırsak yepyeni durur. Nasılsa damatlık di mi? Tek bir gün giyeceksiniz.

Türkiye’de Kemalist Devlet’le çok ağır hesabı olan bir demokratın İskandinavya’da ya da Fransa’da devletle yine çok büyük bir hesabı olabilir mi? Bilinmez. Bilinemez. Bunu bilebilmek için Türkiye’de siyaset denen havasız zindana demokrat bir pencere açmak gerekir. Ancak o ışıkta görebilirsin. Ve mutlulukla işaret edebilirsin. Aaa liberal, aa libertarian, aa anarşist!

Türkiye’de demokrat şunun farkındadır. Bu kadar teçhizatlı, teşkilatlı, tesisatlı bir devlet kimseye teslim edilmez, emanet edilmez. Hele halkın hizmetine hiç tahsis edilmez. Zırhlı bir tank kadar kendini saklayamayan bu kallavi aygıtı bana emanet etseler, valla belki ben de kimseye teslim etmek istemem. Ne olur ne olmaz. Şeytan doldurur.

Şarjörü boşaltılmış, mesela diyaneti, YÖK’ü kaldırılmış bir devlet mümkün değil midir? Ucuz bir tank kadar pahalıya patlamayan, pahalı bir otomobil kadar ucuz bir devlet mümkün değil midir? Yargısıyla milleti ortadan ikiye yarmayan bir devlet mümkün değil midir?

Türkiye’de demokrat, devleti kimin ne için tasarladığı unutulmuş antika bir silah olmaktan çıkarmak ister. Çünkü ancak o zaman bu devleti rahat rahat AKP’ye de teslim edebilirsiniz, CHP’ye de. MHP’ye de teslim edebilirsiniz. TKP’ye de. Memleket de işine bakar.

Bunun adına ister liberallik deyin ister devlet düşmanlığı. Bunun adı burada demokratlıktır.

Ama bunun küçük bir koşulu vardır. Askerden korkmayacaksın, tırsmayacaksın. Askeri değişmez bir ‘gerçek’ olarak almayacaksın.

Asker bugün Türkiye’de babadan kalma bir darbe yapamaz. Ben, 2008 yılının dünyasında milli geliri 10.000 dolarlık bir ülkede askerin bu kadar şuursuz olacağına ihtimal vermiyorum. Yaparsa da, artık bu milletin bu darbeyi eskisi gibi yiyeceğine, şöyle ya da böyle unutacağına, hiç mi hiç inanmıyorum.

Bir sakıncası mı var?

Posted at zaman: 11:00 on 16 Haziran 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 1 yorum   | Filed under: ,

Bir futbol yazısı da benden

Futbola hiçbir ilgi duymayanlar bende hüzün duygusu uyandırır. Hiç su içmeden yaşayan bir dostum vardı bir zamanlar, su yerine çay, kahve, bira içerdi. O da bende aynı hüznü uyandırırdı.

Bir de futbolu vahşi ve ilkel bulanlar vardır. Onlara göre futbol neredeyse bütün kötülüklerin anasıdır. Gözü dönmüş milliyetçilik, vahşet, kötü olan her şey sanki stadyumdan memlekete yayılır. Bu kişilerden ise kendimi uzak tutarım. Bunlar hakikatin kör noktasında ikamet ediyorlardır. Bunlar eski Roma arenalarına benzetirler bir futbol stadyumunu. İnsanların ağızlarından kan damlayarak vahşete ortak olmaya geldikleri bir yere. Bu insanlar bilmek istemezler ki, eski Roma’da insanlar arenaya vahşet değil, adalet görmeye gelirlerdi. Arena bir kölenin özgürlüğü için savaşma imkânı olan tek yerdi. O zamanın o pis kokusu ve havasında arena, maalesef adalete en yakın yerdi. Futbol da öyledir. Adalete en yakın duran şeylerden biridir.

Futbolda milliyetçiliğin aymazlığı, densizliği, adaletsizliği öyle çok tutunamaz.

Milli takıma bir yabancı, bir siyahî insan alırsınız, ‘bir futbol yazar bozarı’, Türk takımında Türk olmayan bir yabancıyı hazmedemiyorum diye yaygara koparmaya girişir. Daha cümlesi bitmeden zavallının, sesi boşlukta kaybolur gider. Futbol yoluna devam eder. En ‘milliyetçisi’ bile, futboldan gözlerini ayıramaz, bu zavallıya yüz çeviremez. Aradığı teveccühten mahrum kalan bu Türk İnsanı, başını öne eğer, sesini keser. Onun bu böğürmesi, Türkiye Türklerindir gazetesinde bile yankı bulmaz. Futbol yürür gider.

Futbol yürüdü gitti. Biri Brezilyalı, iki tane siyahî futbolcu var Türk milli takımında. Karşısında Portekiz milli takımı. Orada da Brezilyalılar var. Almanya Polonya maçını, Almanya, Polonyalı oyuncusunun attığı gollerle kazanıyor. İsviçre’nin Türkiye’ye tek golünü bir Türk atıyor. Gol pasını da bir Türk veriyor. Milletler artık bir formadan ibaret. Milliyet ise hemşerilik gibi, belki hâlâ kuvvetli bir duygu, ama birçok kişi için sadece bir süs. Futbolumuz konuşmadan, tartışmadan, uzlaşmadan, dahası hiç vakit kaybetmeden bu durumu iyi kötü kavrayıverdi.

Yan mesleği imparatorluk olan antrenörümüz Fatih Terim bile, bu milliyetçiliğe gönül indirmedi. Hiç ikiletmeden, bir yabancıyı, Aurelio’yu takımın kalbine yerleştirdi. Yoksa ‘ölçüsüz milliyetçi’ Fatih Terim vatanı satan bir liberal mi? İşte Türkiye’nin liberalizmden anladığı.

Fatih Terim liberal mi, milliyetçi mi, kemalist mi bilmem ama, Fatih Terim Avrupa’da para ediyor. Avrupa’da saygı görüyor. Çünkü onlarla aynı basit oyunu, aynı basit kurallarla oynayabiliyor ve kazanabiliyor.

Demokrasi denen basit kurallı, basit oyunu, onlarla aynı sahada bir türlü oynayamayan Deniz Baykal kaç para eder Avrupa’da? Beş para etmez. Sosyalist Enternasyonal onun konvertibilitesini çoktan tahtadan kaldırdı. Alevileri tanımamakta ısrar eden bir AKP kaç para eder? Cemil Çiçek Avrupa’da kaç para ederse, tam o kadar eder.

Şimdi dünyada beş para etmezleri burada başımıza taç etmek milliyetçilik oluyor. Onlara müstahakkını vermek istemek ise liberalizm.

Avrupa’da da liberal var, milliyetçi var, sosyalist var. Ama bunların hiçbiri oynadıkları oyunu 50 yıl öncesinin sahasında oynamıyor. Bugünün Avrupası’nda oynuyor. Bugünün Avrupası ise 50 yıl öncesinin Avrupası’na göre 50 misli daha liberal bir zemin.

Ulus devlet ve onun engebeli, çamurlu zemini oyunu çirkinleştirince, oynanmaz ve seyredilmez hale getirince, Avrupa zemini yeniledi, baştan sona liberalleşti. Yalnızca sınırları açmak bile 50 yıl öncesinin Avrupası için neredeyse hayal edilemez büyüklükte bir liberal hamledir.

Dikkat. Dikkat. Zemini liberalleştirmekle oyunu liberalleştirmek arasında dağlar kadar fark vardır. Zemini liberalleştirmek toprak sahadan çim sahaya geçebilmektir. Saf kan‘askerler’den oluşan takımı insanlardan oluşan bir takıma çevirebilmektir. Oyuncularının, antrenörlerinin ve hakemlerin değerini dünyanın en iyilerine denk kılmaya çalışmaktır. Oyunu liberalleştirmek ise bambaşka bir şeydir. Mesela ofsaydı kaldırmaktır. Bir de oyunu değiştirmek var tabii. O da, 9 kuralı 18 kurala çıkarmaktır. Hakeme istediği takımın formasıyla sahaya çıkma hakkı tanımaktır.

Zemini liberalleştirmek isteyenlere bütün oyunu liberalleştirmek istiyor muamelesi yapılmasıysa yalnızca memleketimde yenip yutulacak bir pespayeliktir.
Futbolu asla hor görmeyin. Futbola yediremedikleri pespayelikleri hepimize her gün yediriyorlar.

Posted at zaman: 11:00 on 14 Haziran 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Şifre-deşifre çemberi

Salı günü, yine bu köşede, Etyen Mahçupyan’ın yazısı muhteşem bir ironiyle başladı ve bitti.

--Şeklen bir demokraside, esasen otoriter bir vesayet rejimi altında yaşıyorsak, şekil denetimi ne ola, esas denetimi ne ola? Şekli inceleyen esası inceliyordur. Esası inceleyen ise aslında şekli. Gocunabilirsin, ama sakın şaşırma

Bütünüyle başaşağı bir rejim. Şekil dersem esas anla. Esas dersem şekil anla

Bu ironide bir şey daha gizli. Ki bu her şeyden daha vahim. O da, Türkiye’nin ‘şeklen’ demokrasi olmakta ve kalmaktaki ısrarı. Şeklen demokrasiyi derinleştirme çabası. Şeklen demokrasinin dilini kurma, bu dili anlamlandırma, memleketi bu dile kilitleme ihtirası. Bu dil, yalnızca karanlıkta parlayan fosforlu bir dil. Bu dil, şeklî demokrasiden esas demokrasiye geçişi engellemek için otoriterliğe binbir demokrat jargon taşıyan bir dil. Bu dil, kendi kendilerini merkeze atayıverenlerin dili.

Bu dille savaşmadan, bu dille uğraşmadan, bu dili mahkûm etmeden, bırakın tartışmayı, konuşmak bile mümkün değil. Çünkü bu dil, insanların aklını karıştıracak. Bu dil, zamanın ayağına dolanacak. Bu dil, Türkiye’yi demokrat dünyadan izole edecek. Bu dilin varlığı ve gittikçe zenginleşmesi sayesinde, ‘yabancılar’ ‘Türk demokrasisi’nin ‘içişlerine’ karışamayacak.

Eskiden cumhuriyet ve muasır medeniyetin taştan, plastikten referansları ile idare eden rejim, yeni dünyada artık kendine bir demokrasi dili kurmak zorunda. Artık bir anlam dünyası yaratmak ihtiyacında. Yalnızca burada değil, otoritelik her yerde, mesela Rusya’da da bir demokrasi dili arayışı içinde.

İtidal çağrısı denen, bu yeni sahte dili kurun ve bu dilin içerisinde kalın, emrinden başka bir şey değil.

Türkiye’de birileri, ki onlar özürsüz ve şuurları fena halde yerinde ‘ortayolcular’, her gün bu dili baştan kuruyorlar. Otoriteyi demokrasiyle şifreliyorlar. Esasta otoriter, şeklide demokrat bir şifreyle konuşuyorlar, yazıyorlar.

Geniş tabanlı uzlaşmadan söz ediyorlar. Aslında söz ettikleri, arzu ettikleri, biat edilmesi.  Biat kültürünü ‘uzlaşma’ adı altında demokrat bir şifreyle tekrar tedavüle sokmak istiyorlar. Totaliter referanslar dünyasından demokrat bir anlam dünyasına geçmek istiyorlar. Demokrat şifrelerle itekleyerek memleketi, bir köşede kilitlemek istiyorlar.

Sürekli ‘çoğulcu demokrasi’yi vurguluyorlar. Ne kadar güzel di mi, kim istemez? Çoğulcu demokrasi kelimesinin içine şifreledikleri, şantajcı otoriterlik. Deşifre edince görüyorsunuz ki, nedense sürekli endişe içinde olan bir azınlığa, her parmak şaklattıklarında, 5 yıldızlı bir gönül rahatlığı temin edemezseniz, azınlık diktatörlüğü devam eder, demek istiyorlar. Çoğulcu demokrasilerde gayet tabii ki siyasi ya da etnik azınlıklar haklarını almak için her türlü demokratik imkânı sonuna kadar kullanma hakkına sahiptir. Ama bu imkânların bırakın sonunu daha başında bir iktidar partisini kapatmak yoktur

Hukukun üstünlüğü şifresine hiç girmeyelim. Onu, sözünü ettiğim yazıda Etyen Mahçupyan deşifre etmiş zaten. Çok da iyi etmiş.


Otoriterliği demokrasiyle şifreleme çabası ‘çok sesli’ televizyonlarımız için de çok önemli.

Bu şizofrenik imkân sayesinde “tartışamama programları” büyük rating alabiliyor

Birileri sürekli otoriterliği demokrasiyle şifreliyor. Hem de ne şifrelemek, 180 derece tersinden şifreliyor. Demokrat da çıkıp helak oluyor. Ve elinden geldiğince o dili deşifre ediyor.

Şifre-deşifre, şifre-deşifre, şifre-deşifre, devran dönüyor. Bunun adı tartışma değil, hatta münazara bile değil. Bu hiç bitmeyen bir psikanaliz seansı gibi. Seans hiç bitmiyor, çünkü hasta olan hastanenin sahibi. Seans, o ne zaman ‘rahatlarsa’ o zaman bitecek

Bu dili büyük itinayla kuran ‘itidalli’ kişilere çok dikkat etmek lazım. Çünkü onların önemli bir kısmı kuzu postunda kurt.

Onların derdi, Türkiye’yi bu şifre-deşifre patinajıyla yavaşlatmak. Demokrasi ateşiyle otoriter zehrin dansını ebedî kılmak. Ve Türkiye’ye zamanı kaybettirmek.

Zaman kaybetmek artık her şeyi kaybetmektir. Çünkü beğenin beğenmeyin, dünyanın yeni oturuş düzeni Türkiye’yi demokrat dünyaya davet etmek zorunda kaldı. Ama bu davetin altında bir de LCV var. Davete icabet edip etmeyeceğinizi önceden belirtmeniz lazım. Öyle elinizi kolunuzu sallayıp istediğiniz zaman, istediğiniz gibi, ben geldim lan, diye dalamazsınız oraya.

Demokratların üzerinde, zamanı, çağı ve dünyayı arkalarına almış olmanın gizli rehaveti var sanki. Tarihe teslim etmişler siyaseti. Karşı tarafı küçümsüyorlar... Nasılsa bir gün demokrasi gelecek... Hangi gün geleceğini bilmek bu devirde çok önemli. LCV

Posted at zaman: 11:11 on 12 Haziran 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under:

Uzlaşma Masası

Bir senedir, her darbeden sonra ‘büyük uzlaşma’ çağrıları yapılıyor. Tıynetleri kadar iyi niyetli birileri, çok geniş konsensüslerde, asgari müştereklerde buluşmak gerektiğini söylüyor.

Amerika’da zenciler beyazlarla asgari bir müşterekte mi buluştular? Eğer öyle olsaydı, olsa olsa, otobüste en arka koltuktan bir ön koltuğa geçerlerdi. Türkiye’de temel haklardan birinin, öğrenim özgürlüğünün üzeri çizilmiş durumda. Bunun asgari müştereki ne olacak? Temel bir hakkın asgarisi nedir? Öğrenim özgürlüğünün asgarisi nedir? Türküm, doğruyum çalışkanım’ı öğrenme özgürlüğü müdür?

Yahu biri şu basit sorulara cevap versin.

‘A’ diye ağzını açacak oluyorsun, yeni anayasa için kurucu meclis lazım, yoksa ipe gidersin diyorlar. Bu kurucu mecliste kim ne kadar temsil edilecek? Bu kurucu meclisin bir çoğunluk-azınlık yapısı olmayacak mı? Bu mecliste o ‘yağlı ipi’ kim elinde tutacak?

Yıllar önce Marksist Leninist bir silahlı örgütün lideriyle ilgili bir hikâye anlatılırdı. Hikâyeden ziyade bir tür şehir efsanesi. Bu lider tartışmak için masaya oturduğunda, masanın sol tarafına Marksist-Leninist külliyatı yığarmış. Sağ tarafını da asla boş bırakmazmış masanın. Oraya da, belinden çıkarır, öylesine bırakıverirmiş tabancasını. Sonra da konuşur-tartışır-uzlaşırmış. İşte bu masa, Stalinist bir uzlaşma masasıdır.

Şimdi birileri daha uzlaşma masasına oturmak istiyor. Sol taraflarına yüzbinlerce Atatürk büstü koyuyorlar. Sağ taraflarına da dünyanın en büyük ordularından birini. Ve Türk’ün hukuku denen şeyin kucağına yayılıp oturuyorlar. Yani hakeminin kucağına yerleştirmişler kıçlarını, hakeme dayamışlar sırtlarını, sonra da karşılarına alıp milyonlarca cıscıbıl insanı, konuşup-tartışıp-uzlaşmak istiyorlar. İşte bu masa da Kemalist uzlaşma masasıdır.

Bunun adı uzlaşmaysa, ne olur bana ‘dayatmadan’ ne anladığınızı anlatın. Eğer bu uzlaşmaysa, tehdit ne demek oluyor?

Çocuğuma anadilini öğretirken bu nüansları iyi bilmem lazım. Anadili niyetine bir ‘babalama’ dili öğretmek istemem ona. Bu dil ona ‘vazgeçilmez’ bir hayat tarzı bile getirecek olsa.

Gerçekten anadilimizdeki anlamıyla bir uzlaşma, bir mutabakat arzu ediyorsak, masaya silahla oturanın silahsızlanması, hukukun üstüne çökenin hukukun üstünden kalkması gerekiyor, di mi?

Yani bu masada, öncelikle uzlaşabilmenin hakiki anlamıyla uzlaşılması gerekiyor. Peki, bu “uzlaşmayla uzlaşma” nasıl sağlanacak? “Uzlaşmayla uzlaşmak” ancak ve ancak yeni bir anayasayla mümkün.

Yeni anayasa ‘birilerinin’ önce silahlarını çıkarıp sonra masaya oturmaları için gerekli. ‘Birilerinin’ babalama dilinden vazgeçip anadilimize dönmesi için gerekli. Bu yüzden yeni anayasanın oluşumunda, o ‘birilerinin’ konsensüsü olmasa pek hayırlı olur. Yoksa, anayasa yine babayasa olur. Anayasanın dili de, babalama dili olur.

Yeni anayasa neredeyse mutlak konsensüsle oluşturulacak bir ‘kütük’ değildir. Çünkü yeni anayasa, uzlaşmak için etrafına silahsız oturulacak masanın ta kendisidir. Nedense tekrarlamak istiyorum. Yeni anayasa, uzlaşma masasının ta kendisidir. Bu masanın üzerinde büstlere, silahlara yer yok. Bu masanın etrafında üzerine çökülebilecek bir hukuka yer yok.

Madem yeni bir anayasa, o büyük uzlaşma masasının ta kendisidir. Uzlaşmayı uzlaşma, masayı masa olmaktan çıkaranlar bu anayasanın oluşumuna niye ve nasıl olur da dahil edilebilir, bunu anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum.

Yoksa saf değilim, görüyorum, şu anda gidişat, yeni anayasadan ziyade babadan kalma senatoya doğru. Zamanı iyice yavaşlatmaya doğru. Medyamızda gazete köşelerinden bu senatoya aday pek çok kişi var. Onlar senatoyu kurmuşlar bile. Bir an önce de faaliyete geçirmek istiyorlar sanki.

Birileri acımasızca boğazımızı sıkıyor. Birileri de tatlı tatlı uzlaşma dillerini boynumuza doluyor. Şu işlerini tatlı tatlı görenler bana çok daha vahim, çok daha tehlikeli geliyor. Onları ve dillerini iyi tanıyın. Çünkü bir gün bakmışsınız ki, onlar senatör oluveriyor.

Posted at zaman: 12:53 on 10 Haziran 2008 Salı by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Mübalağalı Yazı

Deneye yanıla, sonunda Türkiye darbesini buldu. Türkiye demokrasisini aradığı yerde, darbesini buluverdi. Yargı denen darbeli matkap sonunda Anayasa’yı ta dibinden deldi.

Türkiye tartışılmaz darbeler döneminden, tartışılabilir darbeler dönemine geçti. Dikkat. Dikkat. Serbestçe tartışılabilir darbeler dönemi başlamıştır.

Darbe modernleşti. Buyurun, darbeyi tartışın. Gece gündüz tartışın. Şakalaşarak tartışın. Tatlı imalarla atışın. Ama n’olur, meseleye sükûnet ve itidalle yaklaşın. Demokrasi bunun için var. Gerçekten darbe oldu mu, olmadı mı? Bunu tartışmak, bunu araştırmak için var demokrasi.

Bu tatlı atışmalar bu modern darbenin anons müziğidir. Bu tartışmalar çok sesli Hasan Mutlucan’dır. Tek sesli darbeden ‘çok sesli’ darbeye geçtik. Medeniyet, sen nelere kadirsin.

Uyutularak tecavüze uğramış bir kadına döndük. Eskiden üstümüzü başımızı yırtıp kanlar içinde ırzımıza geçerlerdi. Çığlığımız dünyanın ta öbür ucundan duyulurdu. Şimdi tecavüzü ‘demokratça’ tartışıyoruz.

Ne oldu bize geçen akşam? Bilmem, sence ne oldu?.. Valla bence...

Canım, bi tanem, yalnız ve güzel Türkiyem, beni sakın yanlış anlama ama, bence geçen akşam sana fena halde darbe oldu.

Önce 27 Nisan oldu. Tam olamadı, çünkü cuntacılık artık magandalık. Bu devirde yakışmaz bize. O zaman gelsin, yargı darbesi. Bak bu darbe şık duruyor. İmajımıza uyuyor. İmaj her şeydir. Susuzluk hiçbir şey. Devam edin. Doğru yoldasınız. Hah bak, şimdi oldu. Ne güzel, ne medeni, bir yandan darbe olabiliyor, bir yandan da darbe tartışılabiliyor. Yoğurt gibi tarihe geçecek bir Türk buluşu. Namı diğer, ‘yeni Türk demokrasisi’.

27 Nisan’ın küflenmiş mayası tutmazdı. Bu taptaze bir maya. Bakın bu tutuyor. Darbe gittikçe meşrulaşıyor. Darbeye gittikçe alışılıyor. Darbe üzerine tatlı tatlı tartışıp darbeye alışmayan, herkesi darbeye alıştırmayanlar marjinalleşiyor.

Her darbe bir öncekinden daha vahim, daha hakiki oluyor. Darbeler hakikileştikçe, acı çığlıklar, ne idüğü belirsiz inlemelere dönüşüyor. Yalnız ve güzel Türkiyem tatlı uykusunda yoksa bilinçaltına mı teslim oluyor?

Vahim, çok vahim. Çünkü Anayasa Mahkemesi aslında Meclisi feshediyor. Anayasa’yı değiştirme ve kanun yapma yetkisini, kendine, yani ‘Yüce 11’ler Meclisi’ne bağlıyor.

Ben AKP olsam her şeyden, her yerden istifa ederdim. Tecavüz mahallini terk ederdim. Hükümet adı verilen “free lance” devlet memurluğundan, hatta milletvekilliğinden istifa ederdim.

Dün, vurulacak bir boynunuz vardı. Ama boynunuzu o kadar incelttiniz ki, artık vurulacak bir boynunuz bile kalmadı. Bu yüzden dertlenme AKP, artık olmayan boynunu vurmayacaklar. Vursalar, gürültü çıkar. Gürültü çıkarmak, tecavüzü teşhir etmek istemeyeceklerdir. Çünkü onlar da sizin gibi siyasetçi. Üstelik onlar iktidar. Siz muhalefet bile değilsiniz. Muhalefet olabilseniz, toptan istifa eder, gürültüyü siz çıkarırsınız.

Beni mübalağalı bulabilirsiniz. Ama hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki, dünyanın en mübalağalı memleketinde yaşıyorsunuz. Bu memlekette olan biteni mübalağasız anlamamızı, anlatmamızı isteyenler, bizden bu mübalağanın bir parçası olmamızı bekleyenlerdir. Kim olurlarsa olsunlar, en çok onlardan sakının.

“11 Dev Adam”ın resmini her yere asın. Muhtarlıklara, kıraathanelere, otobüs terminallerine asın. Evren paşa hazretlerinden hangi duvar boşalmışsa, oraya asın. Altına, sen çok yaşa ‘Yüce 11’ler Meclisi’ yazın. Biz, hiç olmazsa tecavüzcülerimizi tanırdık, bırakın çocuklarımız da tanısın.

Artık bir cuntaya göre daha yumuşak, ve fakat donuk, katılaşmış bir Türkiye’de yaşamaya başlıyoruz. Yoğurt kıvamında bir Türkiye demek yerinde olur. Bundan böyle, tartıştığınızı zannedeceksiniz. Hayaldir. Hareket ettiğinizi zannedeceksiniz. Hayaldir. Zamanın geçtiğini zannedeceksiniz. Hayaldir. Hayal ettiğinizi zannettiğinizde ise, rüyadır.

Yepyeni bir ‘matrix’ bu. Bu ‘matrix’in dışına çıkmaya çalışanlara ‘hain’ muamelesi yapılacak. Sakın şaşırmayın. Bir de hâşâ bu taştan cumhuriyetin altına bir daha elinizi sokmayın.

Bugün laikliği yorumlayanlar, yarın, demokrasiyi ve sosyal-devleti de yorumlayabilirler. Anayasanın 2. maddesinde yalnızca laiklik yok. Demokrasi var... Sosyal devlet var... Atatürk milliyetçiliği bile var. ‘Yoğurtlanacak’ daha neler neler var.

Bir gün bu ülke bir MHP genel başkanından demokrasi dersi alacak duruma düşecek deselerdi, mübalağa etmeyin derdim. Mübalağa etmiyorum. Valla derdim.

Neyse ben sizi bölmeyeyim, siz tartışmaya devam edin.

Posted at zaman: 11:00 on 7 Haziran 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Yasak ve Günah

“Orada bir köy var uzakta, gezmesek de, tozmasak da, o köy, bizim köyümüzdür.”

Bu olsa olsa bir imparatorluk şiiridir. Çünkü yalnızca imparatorlar hiç gitmedikleri, hiç görmedikleri yerin sahibidir.

Allahtan imparatorluk şuuru diye bir şey vardır. İmparatorlar gitmedikleri köyün gündelik hayatına, görmedikleri köylünün başörtüsünün düğümüne hükmetmezler. Hükmedemeyeceklerini bilirler. Buna hükmetmeyi akıllarından bile geçirmezler. Bu sayede imparatorluklarına hükmedebilirler. Bu sayede vergilerini toplayabilirler.

Türkiye’de cumhuriyetin temel meselesi bu olmalı. İmparatorluk ülküsünden ve türküsünden vazgeçmeden bir ulus devlet nasıl kurulur? Bir imparatorluk gibi ‘mümkün olduğu’ kadar ‘geniş’, bir ulus devlet gibi mümkün olduğu, hatta mümkün olmadığı kadar ‘dar’ ve homojen bir yapı.

Sonunda öyle ‘geniş bir homojenlik fantezisi’ baş gösterir ki, Edirne’den Ardahan’a bardan bara sıçrayarak aynı Malibu’yu içemiyorsan, rejim tehlike altındadır.

Dertleri imparatorluğa özgürlük getirmek sanırsınız, sonra bir bakarsınız, dertleri, imparatorluğu taştan bir kaide üzerine oturtmak, ‘geriye kalan imparatorluğu’ kaybetmemek için bir ulus devlet yaratmaktır.

Bu Türk ulusu imparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti olarak da anılır. Çünkü demokrasiden nasibini almamış bile olsa, burada cumhuriyetin asgari koşulu mevcuttur. Yani, bir padişah, elle gösterilecek bir imparator yoktur. Hatta hükümetler seçimle işbaşına gelir. Ama hükümet olmanın iktidar olmakla pek bir alakası yoktur. Padişah yoktur. Ama padişahtan baki kalan iktidar boşluğu hep mevcuttur. Bu boşluğu da birileri doldurur. Padişahın görünmez olduğu bir meşrutiyettir bu anlayacağınız. Bu zihniyet için zaman ebediyen 1908, mekân ise, hep dağılmanın eşiğinde bir imparatorluktur.

Merkezden çevreye doğru okunan bu imparatorluk türküsünü, padişahlar yaratmıştır. Gitmesek de görmesek de, o köy bizim köyümüzdür. Biz kimiz? Bizler padişahlarız. Cumhuriyet sayesinde padişahın gücünü bir ‘power broker’ gibi kırdık.

Ama parçaladığımız gücü bütün bir halka değil, bir “zümreye” dağıttık. Olsun. Artık padişah yok, padişahlar var.

Buraya kadar onlar erdi muradına, birileri çıktı kerevetine. Ve fakat 2008 yılı aniden gelince... Ulus devletler selam verip bir iki kibar bisle yavaş yavaş sahneden çekilince... Medeni dünya çok kültürlü, çok inançlı yapılara tahammül için antremanlara başlayınca... Ve bunlar bütün dünyanın gözleri önünde cereyan edince, bizim imparatorlukta bir telaştır başlar

Artık ya imparatorluktan vazgeçilecektir, ya da ulus devletten.

İmparatorluktan vazgeçerseniz o köy artık sizin değil, köylünün olacaktır. Ulus devletten vazgeçerseniz, imparatorluk artık Türk’ün imparatorluğu olmayacaktır. Yani, neden vazgeçerseniz vazgeçin, hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır

Hiçbir şeyden vazgeçmezseniz, ki biz şu anda bunu yapıyoruz. Büyük bir duraklama bekliyor bizi. Türkiye’de uzun bir süre anlamlı hiçbir şey olmaması tehlikesiyle karşı karşıyayız

Cumhuriyetçilerin ruhunun derinliklerinde bir padişah, bir meşrutiyet arzusu her zamankinden daha müstehcen bir şekilde kendini gösteriyor. Cumhuriyetçiler kemalist bir padişah ve yanında ittihatçı bir meclis özlüyor. Ama kurdukları ‘cumhuriyet’ dili bu arzuyu açıkça ifade etmeye el vermiyor

Öte yandan, köy bizimdir, gitmeyen görmeyen benim köyüme sahip çıkamaz diyenler hakiki bir cumhuriyet özlüyor. Ama onların 500 yıldır kurduğu dil de, cumhuriyet ve demokrasi özlemlerini dile getirmeye izin vermiyor. Onların kurduğu dil, ancak ve ancak İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethini ve eski imparatorları şehvetle yüceltmeyi biliyor.

Cumhuriyetçiler imparatorluk özlüyor. Ama onların dilinde bunu açıkça ve kararlılıkla ifade etmeleri yasak. İmparatorluğa övgüler düzenler hakiki bir cumhuriyet ve demokrasi özlüyor. Ama onların dilinde bunu tavizsiz ifade etmeleri, bunda ısrar etmeleri sanki bir tür günah.

Ve yasakla günah arasına sıkışan Türkiye dilsiz bir memleket olma yolunda hızla ilerliyor. En korkuncu, bu iki dilsiz gücün ilahi dengesi. Memleket sanki bu acayip dengeye doğru ilerliyor.

Padişahtan boşalan iktidara eskiden birileri zorla sahip çıkardı. Şimdi sanki yeni bir yere doğru ilerliyoruz. Padişahın boşalttığı yeri, yani iktidarı, sürekli boş bırakmak. Sürekli bir yargı darbesi ortamı. ‘Darbecilerle’ ‘karşı- darbecilerin’ kol kola girip meseleyi “demokratça” tartıştıkları ‘medeni’ bir ortam. Hiçlik ortamı.

Felaket bir denge. Memlekete sürekli patinaj uzlaşması. Sürekli bir tehir noktası. Zamanı dondurma, durdurma uzlaşması.

Posted at zaman: 11:00 on 5 Haziran 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

İlk yazı

Bir keresinde, gazetenin birinde, bir köşe yazarının, ben samimiyim, samimiyetime güvenin, benim samimiyetimi herkes bilir, diyerek, yazısı boyunca bitmez tükenmez bir ‘öz samimiyet’ vurgusuna giriştiğine kendi gözlerimle şahit olmuştum. Yazı boyunca en az 5-10 kez tekrar eden bu samimiyet vurgusu nedense hiç aklımdan çıkmadı. O gün bugündür kafamı kurcaladı.

Bir parazit gibi üstüme tüneyip sanki tepemde yaşadı. Hep merak ettim. Niyedir, nedir, bu samimiyet hezeyanı?

Epey sonra birden dank etti ve rahatladım. İnandırıcılığın bittiği yerde başlıyor samimiyet hezeyanları.

Çocuğu rehin alınan bir anneye mesela her şeyi ama her şeyi yaptırabilirsiniz. Çok ama çok samimidir bu anne. Hatta hayatta hiç olmadığı kadar samimidir, ama içine düştüğü durum hiç mi hiç ‘inandırıcı’ değildir. Annenin samimiyeti gerçektir ve/ fakat ‘inandırıcı’ ve ‘hakiki’ değildir.

Memleketim, inandırıcılığını, Latincesiyle ‘kredibilite’sini kaybettikçe daha da büyük samimiyet hezeyanları yaşayacak. Daha da yalnızlaşacak. Ve kimilerine göre yalnızlaştıkça daha da güzelleşecek. Siyasetin bittiği yerde yine şiir başlayacak. Yalnız ve güzel Türkiye’m.

Sen kimseye yâr olmazsın. Sana olan aşkımın samimiyetiyle, birbirimize dokunmadan, hiçbir şeyden gocunmadan sonsuza dek yaşayalım. Tatlı bir hüzünle ağlayalım, ağlatalım. Memleketimin yalnızlığına şehvetin sınırında bir samimiyetle kasideler yazalım.

Bir ülkenin, bir devletin kurulması yetmiyor. Bunu hepimiz en azından Kıbrıs’tan biliyoruz. Tanınması gerekiyor, tanınması. Bu böyle. Bundan hoşlanan, hoşlanmayan herkes bu kadarını idrak edebiliyor. Çünkü bu bir antlaşma.

İşin garibi, artık 2008 yılında bir demokrasinin de tanınması gerekiyor. Sizin kendinizi ve ülkenizi demokrat ilan etmeniz artık yetmiyor. Demokrat dünyada yeriniz olması gerekiyor. Başkalarının, yani ‘yabancıların’ da ‘sizin demokrasinizi’ demokrasi olarak tanıması gerekiyor. İnandırıcı olmanız gerekiyor. Hoşlansanız da hoşlanmasanız da, bu da artık bir antlaşma.


Herkesin bu çok basit gerçeği idrak etmesi gerekiyor. Bu çok basit gerçeği anlayabilmek için ne kadar söz sarf edilecek, ne kadar zekâ heba edilecek, ne kadar cefa çekilecek, ne kadar çirkinleşilecek, ‘yalnız ve güzel’ memleketimde bunu kestirmek çok zor.

Kendi kendine gelin güvey demokrasi artık olmuyor. Kırk gün kırk gece düğün yapsanız da bundan sonra da bir daha olmayacak.

Ali Babacan Avrupa’da konuşuyor. Ve Türkiye’de müslümanların baskı altında olduğunu söylüyor.

Başlıyor samimiyet sorgulamaları. Başlıyor samimiyet hezeyanları. “Yüz binlerce caminin olduğu bir ülkede böyle bir cümle samimi olamaz”lar başlıyor.

Aslında mesele Babacan’ın söylediğinin samimi olup olmaması değil. Önemli olan inandırıcı olup olmaması. Avrupa’da ve hatta Türkiye’de ilk kez kapatılmayla karşı karşıya kalan bir iktidar partisinin müslüman muhafazakâr Dışişleri Bakanı’nın ağzında bu sözler öylesine inandırıcı ki, inanamazsınız.

Ali Babacan’ın sözleri ne kadar inandırıcıysa, demokrasimiz de o kadar inandırıcılıktan uzak.



70 milyonluk bir bünye, düşünün tek bir çatlak sese bile tahammül edemiyor. Kim inanır böyle bir memleketin hakikiliğine? Kim yatırım yapar bu taştan memleketin geleceğine?

Batı’nın inandırıcılığı, Batı’ya küfür bile edilecekse bunu kimseye bırakmamasında.


Batı, hakiki ve derinliği olan, yaşarken kendisiyle hesaplaşabilen bir roman karakterini andırıyor.

Bu derinlik ister istemez iz bırakıyor. Batı’nın tartışılmaz tek erdemi hakikatinde.

Batı’nın tartışılmaz tek gücü de hakikatinde. Batı daha hakiki olduğu için her yere sirayet edebiliyor.

Hakikilik eninde sonunda ağır basıyor. Bu da bir antlaşma. Hayatın ‘gelecek’le antlaşması.

Batı’ya karşı mısınız? Batı’yla meseleniz mi var? Olabilir. O zaman bu hakikate bir başka hakikatle karşı koyacaksınız. İnandırıcı olmayı deneyeceksiniz. Ruhu diz boyu bir genç kız gibi samimiyet buhranları geçireceğinize milletinizin karakterinde bir derinlik yaratacaksınız. Canlı ve kusura açık bir bünye gibi davranacaksınız. Daha hakiki olmaya çalışacaksınız ki, figüran olmayın, size de bu dünyada doğru dürüst bir rol versinler.

Bu Taraf’ta ilk yazım. Artık inandığım, daha da önemlisi kendimi daha inandırıcı bulduğum bir yerdeyim. Hakikaten kabul gördüğüm bir yerdeyim. Yerli yerindeyim. Bu beni daha hakiki, daha inandırıcı yaparsa ne âlâ, yapmazsa, kendi beceriksizliğim.

Radikal’de özellikle İsmet Berkan’dan yalnızca iyi niyet gördüm. Ama, su yolunu buldu.

Olan biten bu kadar basit. Basit şeyler ise nedense bugünlerde buralarda çok derin.

Posted at zaman: 11:00 on 2 Haziran 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,