Hukuku unutun. Çünkü hukuk sizi çoktan unuttu. Can çekişen hukuka atılan son kurşunun adı Abdurrahman’dı. Atları da vururlar. Hukukun acıları Abdurrahman’la son buldu. Bu, bir yolun sonu oldu. Ve yeni bir yolun başlangıcı.
Hiç alışık olmadığımız bir devir başladı. Hayal bile edemeyeceğimiz bir devir. Halkın vicdanı devri. Hem halk hem vicdan bir arada. İkisini de yok sayıyorduk. Buyurun, şimdi ikisi de bir arada.
Halkın arzusu değil. Halkın tercihi değil. Onlarla baş edebiliyorlardı. Birilerinin en korktuğu şeyle baş başayız şimdi. Halkın vicdanı.
Toplumları devlet değiştirmez. Toplumları hukuk değiştirmez. Toplumları halkın arzuları bile değiştiremez genellikle. Toplumları halkın vicdanı değiştirir. Bu da en değişmez hakikatlerden biridir.
Ergenekon iddianamesi ortaya çıkacak. Birilerini ‘mutlaka’ tatmin etmeyecek. Kimleri mi tatmin etmeyecek? Cevabını Emre Aköz veriyor. “Ortak özelliklerini bir kere daha sıralayalım: 1) ‘Laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor’ havası yaratmak. 2) Kapatma iddianamesini var gücüyle desteklemek. 3) Operasyon başlayana dek Ergenekon hakkında susmak. 4) Tutuklamaların ardından sorgulamalara çamur atmak, tali konuları sanki çok önemliymiş gibi sunmak.” Emre Aköz’ün bu billur gibi yazısını mutlaka okuyun. (Sabah, 9 Temmuz)
Sonra esen rüzgâra göre başlasın fırıldaklık. Sanki bir gün o yanda, bir gün bu yanda olunca ‘ortada’ olabiliyorsun. Olsan olsan, ortalık yerde fırıldak oluyorsun. Ve bu her yerden görününce şaşırıyorsun. Çünkü gerçeğin bir kaç kişinin bildiği bir sır olmasına öyle alışmışsın ki...
Niye mi artık görünür oldun? Çünkü halkın vicdanının gözü açıldı.
Halkın vicdanı kan dökmek için yoktur. Asmak kesmek için yoktur. Savaşmak için yoktur. Halkın vicdanı görebilmek ister. Görünmez olan artık görünsün ister. Üstüne gitmezseniz halk bu kadarıyla yetinir. Halkın gücü de buradadır zaten. Görmek ve bilmek aslında ona yeter.
Batı medeniyetlerinin en büyük demokrasi virajlarında büyük hukuk davaları vardır. Dreyfus davası gibi. Rosenbergler gibi. Bu davaların sonuçları değil, varlığı önemlidir. Bu davalar mahkemede değil, halkın vicdanında görülür. Türkiye nihayet böyle davalara sahip. Kapatma davaları ve Ergenekon davası. Bu davaları hukuk üzerinden, devlet üzerinden tartışma tuzağına sakın düşmeyin. Bu en büyük tuzaktır.
ÇÜNKÜ BU DAVALAR HALKIN HUKUKTAN DAVACI OLDUĞU, YA DA HUKUKUN HALKTAN DAVACI OLDUĞU DAVALARDIR.
Bu tür davalarda mahkemenin nihai kararı ehemmiyetsizdir. Varolan hukukun Ergenekon’u hakkıyla yargılayamayacağını hepimiz biliyoruz. Bu kapatma davası için de geçerli. İkisinin de sonucu, hukukun olmadığı yerde, ne olursa olsun, ya siyasidir ya da tesadüfî.
Ama hukuken belki de yanlış sonuçlanacak bu davalar, cumhuriyet tarihinin en önemli davalarıdır.
Ve halkın vicdanının bu davalarla ilgili vereceği karar, Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir.
Yeni hukuk düzeni bu vicdan üzerine kurulacaktır. Yeni anayasa bu yeni vicdanın anayasası olacaktır.
Unutmadan, bu tür davalarda çoğunluğun vicdanı eninde sonunda galip gelir. Bu davaların sonucu uzlaşma üzerinden yürümez. Rosenbergler ne ölsün ne ölmesin diyemeyeceğin gibi, AKP ne kapatılsın ne kapatılmasın diyemezsin. Ergenekon ne vardır ne yoktur diyemezsin. Zaten bu tür davaların bütün ehemmiyeti bir vicdana ötekini ‘marjinalize’ edip yok etme şansı vermesidir.
Bunlar varlık ve yokluk davalarıdır. Buradaki varlık ve yokluk mücadelesi mutlak bir mücadeledir. Bu mücadeleyi taraflardan biri kazanmadan bir uzlaşma zemini, bir hukuk, zaten mümkün değildir.
AKP’nin en önemli erdemi bu gerçeği geç de olsa idrak etmiş olmasıdır. Yoksa demokraside sınıf birincisi olması değil.
Halkın vicdanı idam sehpasında değildir. Halkın vicdanı bir bankanın kuyruğundadır, bir vapurun bankındadır, ve nihayet artık gazete sayfalarındadır.
Halkın vicdanının ne kadar yüce gönüllü ve gündelik bir şey olduğunu anlamak için Cengiz Çandar’ın bunu hisseden ve hissettiren muhteşem yazısını mutlaka ama mutlaka okuyun. (Referans, 9 Temmuz)
Ve korkmayın. Topu topu vicdan tazeliyoruz. Ortak bir vicdan oluşturuyoruz. Aslında iyi günler bu günler.
Bir tek ‘tarafsızlar’ için kötüdür bu günler. Çünkü böyle vicdan virajlarında tarafsızlar, tarihe insanlık müsveddesi olarak geçer.
Ama onlara da iyi bir haberim var. Meşhur hayat tarzlarını kaybetmeyecekler. Ama bir koşulu var. Hayatlarını ve ‘tarzlarını’ artık yalnızca düğmelerini ilikleyerek kazanamayacaklar.Başka bir yetenekleri var mı dersiniz?
Not: Yazarken haber geldi. Amerikan Konsolosluğu’na saldırı. Olay, halkın vicdanının apaçık gözleri önünde cereyan etti. Endişeye gerek yok.
O virajdayız
Ilımlı Marksizm ve Ilımlı İslam
70’ler, Marks’ın dünyanın yarısına bedel olduğu yıllardı. Hatta yarısından fazlasına. Sadece dünyanın değil, insan denen beşerin zaaflarının yarısının hesabının da Marksizmden sorulduğu günlerdi o günler. Stalin’in kara, kanlı hesabının Marks’ın mürekkebine yüklendiği günler.
Tedhişçi, terörist nihilizmin Marksizme el altından transfer olduğu, Baider Meinhof’un, Kızıl Tugayların, Action Direct’in Avrupa’nın kalbinde hücrelendiği, Carlos’un bir insanlık canavarıyla bir seks ilahı olmak arasında gidip geldiği garip zamanlar.
Vicdanların Ortadoğu üzerinden düzenlendiği, Ortadoğu hakkındaki farklı görüşlerin Fransa’daki bir çiftin aşkının içine edebildiği bir devir. Amerika kıyılarında balıktan çok Sovyet denizaltısı olduğu varsayılan kuyruklu yalanlar devri. Aynı zamanda hakiki korku ve hakiki acılar devri. Azgın faşist diktatörler devri. İnsanın insana neler yapabileceğinin artık gizlenemediği, ürpererek izlenmeye başladığı bir dönem.
Böyle uygun bir zamanda, Fransa’da İngiltere’de Almanya’da, ekmek peşinde, çoluğunun çocuğunun derdinde, ‘sıradan’ bir vatandaşı, Hitler’den, Franco’dan korktuğu kadar Marks’tan, Marksizmden korkutmak çok mu zordu?
Çok kolaydı. Yarım Ertuğrul Özkök içine çeyrek Fatih Altaylı bütün Avrupa’yı zehirleyip gebertmeye yetebilirdi. Baykal’a da ister istemez yalnızca avukatlık kalırdı. Diktatörlerin avukatlığını yapmak.
Avrupa ne yaptı? Marksizmden korkmamayı tercih etti. Kimseyi Marksizmle korkutmamayı tercih etti. Marks bir Avrupalıydı. Marks onların kültürünün bir parçasıydı. Marks onların düşüncesinin, onların felsefesinin, onların zihniyetinin, onların hayatının bir parçasıydı. Evet, Marksizm çoğu zaman bir inanç gibi örgütlendi, ama temelinde eleştirel bir düşünceydi, bir felsefeydi. Kökü Avrupa’nın çok derinlerinde olan bir felsefe.
Avrupa, kanlı faşist diktatörlerle Marks’ı aynı kefeye, aynı kefene koymadı. Koymaya gönlü varmadı. Buna halkın vicdanı diyorum ben. Bu günlerde Türkiye’de çok ihtiyaç duyduğumuz bir şey.
Bu dönemde Avrupa çok önemli filozoflar çıkardı. Döneminin en önemli filozoflarıydı onlar. Bunların neredeyse hepsi Marksistti. Bu filozofların bütün çabası, temelinde, Marks’ın Avrupa kültürünün bir parçası olduğunu fark etmek, fark ettirmekti. Marks’ın Avrupa’daki derin köklerini görünür kılmaktı. Bunlar Marks’ın köklerine Leibniz’den Spinoza’ya Nietzche’ye, Marks dahil kimsenin daha önce aklına gelmeyen bir sürü filozofu yerleştirdiler. Marks’a yeni felsefi akrabalıklar yarattılar. Marks’ı öncelikle bir düşünür yaptılar. Marks’ı Marks yaptılar. Stalin’i de Stalin kalmaya mahkûm ettiler. Marks’a sahip çıktılar. Marks’ı yaşattılar. Marks’ı tetiklemecilerden, tetikçilerden korudular. Marksist partiler Avrupa demokrasisinde var olabildi. Hatta zaman zaman da iktidara çok yakın durdu. Ne olduysa oldu, ama sonunda Marks, Avrupa’nın her yanına sinmiş bir filozof oldu. Bunu da yerden göğe kadar hak ediyordu.
Bu sayede Marks, şimdi Marksist olmayan filozoflarda da yaşayabiliyor. Dünya kültürünün derin bir parçası olabiliyor. Ve kimseyi korkutma ihtimali de artık pek bulunmuyor. Berlin Duvarı yıkıldı diye değil. Avrupalıların korkabilecekleri zaman korkmamayı tercih etmesi ve ‘düşünürlerinin’ jip peşinde koşmak yerine gece gündüz kafa patlatması sayesinde.
Korkmayı ve korkutmayı tercih eden amip ‘kültürler’ ne yaptı bu devirde? Amerika bütün dünyada komünist avına çıktı. Sovyetler Marks’tan Stalin kadar nefret eden bir nesil yetiştirdi. Biz ne yaptık? Kendinden başkasına gücü yetmeyen süper gücüz ya, biz de memleketi yaktık, yıktık, koskoca bir ormanı kuruttuk.
İşte o yıllar, Amerikalı olmaktan, Türk olmaktan tarifsiz utanç duyulan yıllardı. Avrupa’nın haklı gururunun da maalesef kibre dönmeye başladığı yıllar. Hitler’in verdiği derin vicdan azabını kibrin şehvetiyle dengelemeye başladığı yıllar.
Evet, Avrupa’nın gururu artık kibir oldu. Amerika’nın utancı ise hâlâ devam ediyor. Şimdi de İslamofobia olarak devam ediyor. Bizim utancımız da hep Amerikan malıdır. Bizim utancımız da İslamofobia olarak devam ediyor.
Ama Amerika’ya karşı olmak başka, onu küçümsemek başka. Amerika zamanın şuuruna hâkim. Irak’ta yaptıklarını bütün Müslüman âleminde tekrarlayamayacağını, bunu 2008 yılında, dünyanın uydudan açılmış gözleri önünde beceremeyeceğini biliyor. Amerika bu yüzden, Marks’ın Avrupa’da derinleştirilerek kabulü gibi, İslamın da Türkiye’de derinleştirilerek kabul edilmesi fırsatına FİT OLUYOR. Zamanında Marks için Avrupa’yla yaptığı uzlaşmayı, bu kez de İslam için Türkiye’yle yapmak ZORUNDA KALIYOR.
Bu da bana fena halde uyuyor. Çünkü ben vatanını satan neo-liberal bir o.... çocuğuyum. Ananızı babanızı bilemem, ama aynı şeyi size, şiddetle tavsiye ederim.