“Orada bir köy var uzakta, gezmesek de, tozmasak da, o köy, bizim köyümüzdür.”
Bu olsa olsa bir imparatorluk şiiridir. Çünkü yalnızca imparatorlar hiç gitmedikleri, hiç görmedikleri yerin sahibidir.
Allahtan imparatorluk şuuru diye bir şey vardır. İmparatorlar gitmedikleri köyün gündelik hayatına, görmedikleri köylünün başörtüsünün düğümüne hükmetmezler. Hükmedemeyeceklerini bilirler. Buna hükmetmeyi akıllarından bile geçirmezler. Bu sayede imparatorluklarına hükmedebilirler. Bu sayede vergilerini toplayabilirler.
Türkiye’de cumhuriyetin temel meselesi bu olmalı. İmparatorluk ülküsünden ve türküsünden vazgeçmeden bir ulus devlet nasıl kurulur? Bir imparatorluk gibi ‘mümkün olduğu’ kadar ‘geniş’, bir ulus devlet gibi mümkün olduğu, hatta mümkün olmadığı kadar ‘dar’ ve homojen bir yapı.
Sonunda öyle ‘geniş bir homojenlik fantezisi’ baş gösterir ki, Edirne’den Ardahan’a bardan bara sıçrayarak aynı Malibu’yu içemiyorsan, rejim tehlike altındadır.
Dertleri imparatorluğa özgürlük getirmek sanırsınız, sonra bir bakarsınız, dertleri, imparatorluğu taştan bir kaide üzerine oturtmak, ‘geriye kalan imparatorluğu’ kaybetmemek için bir ulus devlet yaratmaktır.
Bu Türk ulusu imparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti olarak da anılır. Çünkü demokrasiden nasibini almamış bile olsa, burada cumhuriyetin asgari koşulu mevcuttur. Yani, bir padişah, elle gösterilecek bir imparator yoktur. Hatta hükümetler seçimle işbaşına gelir. Ama hükümet olmanın iktidar olmakla pek bir alakası yoktur. Padişah yoktur. Ama padişahtan baki kalan iktidar boşluğu hep mevcuttur. Bu boşluğu da birileri doldurur. Padişahın görünmez olduğu bir meşrutiyettir bu anlayacağınız. Bu zihniyet için zaman ebediyen 1908, mekân ise, hep dağılmanın eşiğinde bir imparatorluktur.
Merkezden çevreye doğru okunan bu imparatorluk türküsünü, padişahlar yaratmıştır. Gitmesek de görmesek de, o köy bizim köyümüzdür. Biz kimiz? Bizler padişahlarız. Cumhuriyet sayesinde padişahın gücünü bir ‘power broker’ gibi kırdık.
Ama parçaladığımız gücü bütün bir halka değil, bir “zümreye” dağıttık. Olsun. Artık padişah yok, padişahlar var.
Buraya kadar onlar erdi muradına, birileri çıktı kerevetine. Ve fakat 2008 yılı aniden gelince... Ulus devletler selam verip bir iki kibar bisle yavaş yavaş sahneden çekilince... Medeni dünya çok kültürlü, çok inançlı yapılara tahammül için antremanlara başlayınca... Ve bunlar bütün dünyanın gözleri önünde cereyan edince, bizim imparatorlukta bir telaştır başlar
Artık ya imparatorluktan vazgeçilecektir, ya da ulus devletten.
İmparatorluktan vazgeçerseniz o köy artık sizin değil, köylünün olacaktır. Ulus devletten vazgeçerseniz, imparatorluk artık Türk’ün imparatorluğu olmayacaktır. Yani, neden vazgeçerseniz vazgeçin, hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır
Hiçbir şeyden vazgeçmezseniz, ki biz şu anda bunu yapıyoruz. Büyük bir duraklama bekliyor bizi. Türkiye’de uzun bir süre anlamlı hiçbir şey olmaması tehlikesiyle karşı karşıyayız
Cumhuriyetçilerin ruhunun derinliklerinde bir padişah, bir meşrutiyet arzusu her zamankinden daha müstehcen bir şekilde kendini gösteriyor. Cumhuriyetçiler kemalist bir padişah ve yanında ittihatçı bir meclis özlüyor. Ama kurdukları ‘cumhuriyet’ dili bu arzuyu açıkça ifade etmeye el vermiyor
Öte yandan, köy bizimdir, gitmeyen görmeyen benim köyüme sahip çıkamaz diyenler hakiki bir cumhuriyet özlüyor. Ama onların 500 yıldır kurduğu dil de, cumhuriyet ve demokrasi özlemlerini dile getirmeye izin vermiyor. Onların kurduğu dil, ancak ve ancak İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethini ve eski imparatorları şehvetle yüceltmeyi biliyor.
Cumhuriyetçiler imparatorluk özlüyor. Ama onların dilinde bunu açıkça ve kararlılıkla ifade etmeleri yasak. İmparatorluğa övgüler düzenler hakiki bir cumhuriyet ve demokrasi özlüyor. Ama onların dilinde bunu tavizsiz ifade etmeleri, bunda ısrar etmeleri sanki bir tür günah.
Ve yasakla günah arasına sıkışan Türkiye dilsiz bir memleket olma yolunda hızla ilerliyor. En korkuncu, bu iki dilsiz gücün ilahi dengesi. Memleket sanki bu acayip dengeye doğru ilerliyor.
Padişahtan boşalan iktidara eskiden birileri zorla sahip çıkardı. Şimdi sanki yeni bir yere doğru ilerliyoruz. Padişahın boşalttığı yeri, yani iktidarı, sürekli boş bırakmak. Sürekli bir yargı darbesi ortamı. ‘Darbecilerle’ ‘karşı- darbecilerin’ kol kola girip meseleyi “demokratça” tartıştıkları ‘medeni’ bir ortam. Hiçlik ortamı.
Felaket bir denge. Memlekete sürekli patinaj uzlaşması. Sürekli bir tehir noktası. Zamanı dondurma, durdurma uzlaşması.
Yasak ve Günah
About this entry
Youre currently reading Yasak ve Günah.
- Published:
- zaman: 11:00 on 5 Haziran 2008 Perşembe
- Category:
- gökhan özgün, taraf
- Previous:
- Önceki Kayıt
- Next:
- Sonraki Kayıt
0 yorum: