Öngörülebilir İrrasyonalite

Elimde bir kitap, bir kaç gündür karıştırıyorum. Kitabın adı, Öngörülebilir İrrasyonalite (Predictable Irrationality). Ben edebiyata inanamam, sosyal bilime inanamam. Ben kitaba inanırım. Kitapların toplamına, literatüre inanırım. Bir bakarsınız, bir adli tıp ders kitabı bin edebiyatçının yakalayamadığı ebedi ‘okumayı’ edepsizce yakalamıştır. Bu arada edebiyatçı, edeplerden edep beğenerek kendine bir hakikat kurmaktadır. Tanrının yasaklandığı bir memlekette kendine gizlice bir tanrı yaratmaktadır. Edebiyat denen bu hakikati beğenirseniz, alırsınız. Gerçeklerden kendi sarsak hakikatinizle değil, üzerinde daha çok çalışılmış edebiyat, sosyal bilim denen hakikatle kaçarsınız.

Söz konusu kitabı satın alma nedenim, kitabın ismi. Öngörülebilir İrrasyonalite. Yeter de artar bile. Bu isimi görür görmez kendi kendime dedim ki, bu iki kelime kapak olur Türkiye Cumhuriyeti’ne. Bundan daha hassas kıssası olan varsa, beri gelsin.

Türkiye’de bugün siyasi analist diye saygı gören herkes ‘öngörülebilir irrasyonalite’ üzerine uzmanlaşmıştır. Yani Türkiye’nin makbul siyasi analistleri, bir tür ‘kestirilebilir delilik, akıldışılık’ uzmandır. Onların suçu değil. Başka türlü bir öngörü mümkün olmuyor, para etmiyor bu diyarda.

Türkiye 2008 yılına kadar ‘öngörülebilir irrasyonalite’yle geldi. Yani, düzenli bir düzensizlikle. Metotlu bir delilikle.

Bir irrasyonalitenin öngörülebilir olması için en elzem şey, ilk yalanın kutsallığıdır. Akıldan ilk kopuşu nedir bir delinin? Mesela kendini Napolyon sanması. Deli bu ilk yalandan vazgeçmediği sürece aslında epey öngörülebilir bir delidir. Öngörebilmek eğer sizin için önemliyse, bu ilk yalan da sizin için altın değerindedir.

Bu ilk yalan, kuyruklu yalan, ‘anayalan’, kaybolduğu anda zifiri karanlığa gömülürsünüz. Ne yapacağı kestirilemez bir deliyle karşı karşıya kalırsınız. Bu anayalanlar varolduğu, itibar gördüğü sürece en azından öngörülebilir bir toplumda yaşıyorsunuzdur. Akıllı değilsinizdir, ama öngörülebilir bir delisinizdir.

İşte Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma davası Türkiye’de çok önemli bir kopuşun yaşanmasına neden oldu. ‘Öngörülebilir İrrasyonalite’den ‘Öngörülemez İrrasyonalite’ye geçtik. Yani, kestirilebilir delilikten kestirilemez deliliğe.

Eskiden olsa Anayasa Mahkemesi’nin kararını bütün siyasi analistler kestirebilirdi. Beklenen akıldışılık mutlaka gerçekleşirdi. Ama öyle olmadı. Mesela ben tahmin ettim de AKP’nin kapanmayacağını, ‘her kesimden’ ağır toplar ıskaladı. Bundan ne bana gurur, ne de onlara gocunma payı çıkmalı.

Çünkü deli aniden zırdeli oldu. Ve bütün kestirilebilirliğini kaybetti. İşler ‘fifty fifty’ye bindi. Bilmiyorum Britanyalı bahis şirketleri bahis açtılar mı bu meseleye. Ama açabilirlerdi.

Yani bir anlamda eskisinden beter durumdayız. Öngörülebilirlik anlamında. Şimdi artık öngörülebilen değil ‘öngörülemeyen’ irrasyonelleriz. Devletimizin ruhu, masalı çöktü.

Sorun bir bakalım kendinize, biliyor musunuz, DTP kapatılacak mı? Kestirebiliyor musunuz? Öngörebiliyor musunuz? Eskiden olsa bilirdiniz. Kapatılacak. Belki yarın da bilebilirsiniz. Ama bugün bilmiyorsunuz. Yargının varlığı var, hükmü yok artık.

Askerin dokunulmazlığı kalkacak mı? Cuntacılık soruşturulabilecek mi? Eskiden olsa, olmaz derdiniz. Yarın, belki olacak dersiniz. Ama bugün, bilmiyorsunuz.

Anayasa Mahkemesi kapatamayınca AKP’yi, kabul edin artık, sistem çöktü ve ortada yeni bir sistem de yok. Memleket dışarı salınıvermenin heyecanından içinde bulunduğu durumun vahametini göremez halde.

Öngörünün olmadığı yerde devlet yoktur. Ve bu kez de, siyasetin alanı son derece genişlemiştir. Her şey ama her şey siyasetten ibarettir.

Evet, ben de bir uzlaşma olmadan buradan bir yere gidilmeyeceğini görebiliyorum.

Ama bir uzlaşma yapılacaksa artık onun neyin uzlaşması olacağı belli. Artık bütün temel yalanların, Kürt Türk’tür, Ermeni değil Osmanlı mazlumdur, şeriat başucumuzdadır, Alevilik Sünni bir mezheptir, vesaire vesaire. Bütün anayalanların hükmünün bittiği bir döneme girdik. Ya, anayasamızın mahkemesinin de muhakemesinin de artık taşıyamadığı bu anayalanları unutacağız ve ortak gerçekler üzerinde anlaşacağız. Yeni anayasayı yalanlar değil, gerçekler üzerine kuracağız. Temel gerçeklerde uzlaşacağız. Ve ‘öngörülebilir rasyonel’ bir devlet olacağız.

Ya da maalesef, kestirilebilir akılla, kestirilemez deliliğin, yani iki uzlaşmazın bir ‘ortalamasını’ alacağız. Ve, ‘kestirilebilirliği’ kurtarmaya çalışırken, bir bakacağız ‘kestirilemez bir akıllı’ olmuşuz.

Yepyeni bir felaket. Yani gerçeklerin it gibi farkında, ama bunu kabul etmeyen bir toplum. Yani deliyi oynayan bir akıllı. Ne işe mi yarar? Yine ‘birilerinin’ işine yarar, Türkiye’nin işine yaramaz.

Posted at zaman: 11:17 on 4 Ağustos 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Avrupa’nın Güneydoğusu

Bundan tam iki gün önce Türkiye tahliye edildi. Yani, “Bizi güneşe çıkardılar”. Türkiye rehin alınmıştı. Öyle dört-beş aylığına falan değil. Tam bir buçuk senedir Türkiye kapatılmıştı. Basbayağı kilitlenmişti.

Önce Türkiye’yi itip kakıp köşeye sıkıştırdılar, sonra yine baharlardan bir bahar, Türkiye’yi ‘hiç yoktan’ içeri tıktılar. Ve şimdi de dışarı saldılar.

Her gözaltına alınıp salıverildiğinde, bunu bir ihtar, yani bir muhtıra olarak görmeye göstermeye o kadar aşina, o kadar teşne ki darbeli memleketim, ucuz kıssalar, beleş hisseler hemen ortalıkta uçuşmaya başladı.

Suçlu Türk hukukuydu, Türk yargısıydı. Suçunu kabul etmek, tükürdüğünü yalamak zorunda kaldı. Kuyruğunu kıstırıp köşesine çekildi. Haklı olan, hakkı yenen Türkiye’ydi. Türkiye kazandı.

Şimdi Türkiye kime teşekkür edecek? Kime minnet edecek? Kimseye. Çünkü bunu kendi başardı. Kendi nüfusunu kullandı, yetmedi, üzerine kendi nüfuzunu kullandı, ve dışarı çıktı.

Türkiye’nin kimseye minnet borcu yok. AKP’nin birilerine minnet borcu varsa, bu artık tamamıyla AKP’nin meselesidir. Hesabı AKP’den sorulur. AKP artık iktidardır. İktidarında bir iktidarsızlık varsa, kapalı kapılar ardında anlaşma yaptıysa, bu, bundan böyle Türkiye’nin meselesi değildir. AKP’nin meselesidir. Artık Türkiye’de gizli kalan her şeyin vebali, gizliliğe tamah edenin boynunadır.

Çok önemli bir viraj alındı. Bir devir sona erdi, AKP demokratın himayesinden çıktı. Bundan böyle demokratlar AKP’den yana olmayacak. Eğer tercih ederse, AKP demokratlardan yana olacak.

Türkiye’nin tahliyesi çok çok önemli bir şeyi tescil etti. Türkiye Avrupa’da nüfuz sahibi bir ülkedir. Türkiye bir Avrupa ülkesidir. Bu tahliyenin gerçekleştiği gün, Türkiye’nin Avrupa’ya kabul edildiği gündür.

Avrupa siyaseti artık Türk siyasetini içine almıştır. Türkiye’deki demokratın da otoriterin de Avrupa’da net bir uzantısı vardır. Avrupa’da Türk demokratına destek olanlar olduğu gibi köstek olanlar da mevcuttur, ve olmaya devam edecektir.

Türkiye’yi yavaşlatmak isteyen Avrupalı, kafasını çevirdiği anda, memleketi yavaşlatmakta çıkarı olan Türkü bulacak, onunla el ele tutuşacaktır. Fransızın fikrinin Türkiye Türklerindir gazetesine yakın durması gibi, Türkiye AB’ye diyen Avrupalı da, Türkiye’de yandaşını bulmakta zorlanmayacaktır.

Çünkü Türkiye AB yolunu seçti. AB rayına geçti. Kimsenin nüfuzu, Türkiye’nin nüfusunun ve nüfuzunun toplamının önüne artık geçemez. Bu budur. AKP’yi kapatmayan değil, kapatamayan Anayasa Mahkemesi’nin varlığı devam etse bile, hiçbir ‘hükmü’ kalmamıştır. Yeni bir anayasanın mahkemesini oluşturmak artık istisnasız ‘her kesim’ için kaçınılmazdır. Bunu başka türlü okumaya çalışan her şey, ucuz kurnazlıktır. Kullanım tarihi geçmiş çakallıktır.

Bundan böyle Türkiye’nin meselesi aynı zamanda Avrupa’nın Güneydoğu meselesidir. Bu böyle biline.

Ama bir diyarın Güneydoğusu olmak da kolay değildir. Kürtlere sorun, anlatsınlar. Güneydoğulular ne içeriye alınır ne dışarıya bırakılır. Merkezlerde Güneydoğu’ların enerjisinden, gençliğinden, etinden, sütünden vazgeçemeyen ama siyasete girmesinden, siyasete ortak olmasından hiç haz etmeyenler her daim mevcuttur.

Ama ne olursa olsun, Türkiye AB rayına girmiştir. Ergenekon davasıyla, Türkiye’yi bu raydan çıkarmak isteyenlerin yöntemleri ve ideolojileri teşhir edilmiştir

Bundan sonraki mücadele, bu rayda gidişi yavaşlatmakta çıkarı olanlarla, hızlandırmakta hayali olanlar arasında olacaktır. Artık Türkiye’deki siyasi mücadele çağdışı anakronik bir mücadele değildir. Yaşadığımız devrin mücadelesidir.

Ergenekon’un yeraltı siyasetinden boşalan yeri ‘eski makbuller’in kapalı kapılar siyaseti alacaktır.

‘Eski makbuller’ AB rayının vidalarını gevşetecektir. Mesela bizim AB treninin rayı Türk malı olsun diye tutturacak, bu gidişi durduracaktır. Bütün yaratıcılığını kullanacaktır. Türkiye’nin patinajı için sözde demokratik her jargonu tekere sokacaktır.

Türkiye yeteri kadar yavaşladığı gün ‘eski makbuller’ için ‘uzlaşma’ gerçekleşmiş olacaktır.

Bunlar dışında bugün her şey meçhuldür. Tahliye edilen Türkiye, mapushanenin kapısının önünde bir sigara yakmış, boş boş etrafa bakmaktadır.

O sırada Türkiye’nin başbakanının ağzından şu sözleri duyarız. “...yola devam, diyoruz. Bu yol, Türkiye için, cumhuriyetimizin çağdaşlaşma hedeflerini temsil eden AB’ye tam üyelik yoludur. Bu yoldan dönüş yoktur, olmayacaktır.”

Bu kesin sözler, dün çok önemli sözlerdi, bugün, malûmun ilâmından başka bir şey değiller.

Ergenekonsuz Türkiye’de bir siyaseti diğerinden farklı kılacak sözler, istikamet belirten değil, süratli ve radikal bir irade işaret eden sözler olacak.

Posted at zaman: 11:16 on 2 Ağustos 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Dikkat ‘political correctness’ geliyor

Bir davanın önemini adli sonuçlarıyla, kaç kişiyi ipe götüreceğiyle ölçmeye o kadar alışmış ki memleketim, okumayı yazmayı düşünmeyi unutmuş.

Ergenekon iddianamesi Türkiye’de siyasetin okunuşunu değiştirdi. Siyasetin oturuşunu değiştirdi. Ejderha yumurtası dünya âlemin gözü önünde düştü kırıldı. İmparatorun bütün askerleri ne kadar uğraşsa, o yumurtayı bir araya getiremez artık.

Bunun sağlaması için ‘makul zalimlerin’ artık iyice pısırıklaşan pişkinliğine bakmak yeterli. Çünkü onların işi yumurtanın parçalarını teyelleyip yumurtayı çıktığı yere sokmaktır.

Artık sıradan insan biliyor. Öldürebilen siyasetler birbirinden farklı ideolojiler gibi görünseler bile, bir yerlerde buluşup birbirlerine iş ihale edebiliyor, yepyeni ittifaklar kurabiliyor. Öldürebilenler için siyasetin temel aracı korku ve iftira. Ve, korku ve iftiraya açık her siyaset sonuçta öldürenlerin fikrini, zikrini besliyor. Hileli, hülleli mücadele yöntemini benimseyenlerin yolu eninde sonunda aynı karanlık ve kanlı odada istese de istemese de kesişiyor.

Öldürenlerin siyasi ideolojisine uzaktan el sallamak eskisi kadar masum ve makul değil. İdeolojilerin kanlı ve karanlık uçlarının ‘masum’ gövdesiyle nasıl bir organik bağı olduğu artık bal gibi biliniyor.

Çok ama çok önemli bir şey oluyor! Türkiye kendine has bir ‘gafsız siyaset’ (political correctness) üretiyor. Bundan böyle durduğun yer ne kadar masum görünürse görünsün, durduğun yerin görünen en uç noktasının vebali de az ya da çok senin üzerinde.

Mesela bilimsel sosyolojik araştırma niyetine türbanlı kellesi sayarken ve yalnızca bu sayılardan sosyolojik sonuç çıkartırken artık bin kere düşüneceksin. Çünkü artık bu ‘makul’ girişimlerin vardığı yer keşfedildi ve haritaya eklendi. İster bu uç ve suç noktanın avukatlığına soyunursun. İstersen oh ben kurtuldum diye zil takıp oynarsın. Ertuğrul Özkök kurtulmuş. Öyle diyor. Zaten senin işin bu, memleket batsa da, memleketi batırsan da, kendini kurtarmak. Kendi çok şahsi misyonunu bir Türkiye vizyonu diye halka yutturmak.

Artık gören görüyor, bu işten kurtulamayacak olanlar, oh ben kurtuldum diyenler. Hafızalara ebediyen kaydedildiler. Onların er ya da geç ‘işleri’ az ya da çok bozulacak. Onların cezası da bu olacak. Onları da en çok bu acıtır.

Artık canilerin kimliği bilinmediği zaman bile caniliğin faili biliniyor. El Kaide, Hizbullah, Ergenekon, Ulusalcı, Cuntacı, Derin Devlet, Gladyo, PKK artık sıradan insan için çok farketmiyor. Bunların farkı üzerinde ısrar edenler, bunların farkından kendine bir siyasi duruş çıkarmaya çalışanlar, sıradan insan tarafından büyük şüpheyle izleniyor. Kayda geçiriliyor.

Artık Türkiye’deki siyasi soru, ben ne düşünüyorum sorusu değil, ben düşündüklerimle nerede duruyorum sorusu. Çünkü Ergenekon Türk siyasetinin görünmeyen bilinmeyen kıtalarını ortaya çıkardı, bu kıtaların arasındaki gizli geçitleri gözler önüne serdi.

Bu büyük değişim birilerini büyük paniğe sevkediyor. İşte bu paniğin nedeni, ‘political correctness’. Benim Türkçemle ‘gafsız siyaset’. Ne düşündüğün kadar, düşüncenle, düşüncesizliğinle nerede durduğundan da sorumlu olma hali.

Umut verici bir gafsız siyaset örneği, dikkatlerden kaçmamalı, Ahmet Türk’ten geliyor. Ahmet Türk altını çiziyor. “Kim olursa olsun demiyorum,” diyor. “Yalnızca bu insanlık dışı olayı lanetliyorum.” Memleketin ağzından düşmeyen özrü kabahatinden büyük ‘kim olursa olsun’ lafı da böylece bizlere elveda diyor.

Her demokrasi kendine özgü bir ‘gafsız siyaset’ kavramı üretmek zorundadır. Üzgünüz, ama bu böyledir.

Artık, valla ben samimiyim, böyle düşünüyorum diye, dünyada bir tek Türk’ten ırkçı olmaz lafını Hrant Dink’in cesedi üzerine sallayanlar, jetlere Kürtler’in camlarını kırın emri verenler, bunları söylemeyi demokrasinin olmadığı yerde bir garip demokratik hak olarak görenler, eskisi kadar başıboş olamayacak.

Korkmasınlar, demokraside isteyen istediğini söyler. Bunun bir cezası yoktur. Ama demokrasi ağzından çıkanı kulağı duymayanları da kendi haline bırakmaz. Ne mi yapar? Marjinalize eder. Bu, birileri için ölmekten bile beterdir.

Size bir sır vereyim. Demokrasilerde samimiyet tek başına bir erdem değildir..

Ya da daha doğrusu, demokrasilerde ‘politically correct’ olmayan samimiyetinin bir bedeli vardır. Vebali vardır.

Demokrasilerde ‘politically correct’ olmayan laflar marjinalleşmek göze alınmadan ortaya üfürülmez. Demokrasilerde Ertuğrul Özkök’ler olmaz. Olursa, merkezde olmaz. Onlar merkezdeyse, orası demokrasi olmaz.

Hâlâ merkezde durabiliyorlarsa, bilin ki, hâlâ bilmediğiniz, bilinemeyen ve açığa çıkması gereken bir şeyler vardır.

Ben buna ‘merkezdeki marjinal testi’ diyorum. Sıradan insan buluşu bir ‘demokrasi ölçer’.

Posted at zaman: 11:15 on 31 Temmuz 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Açık olma zamanı

Fransa’da nihayet anayasaya girdi. Türkiye gibi iri bir ülke AB’ye girmeye kalkarsa ve bununla ilgili Fransız meclisinde 5’te 3 çoğunluk sağlanamazsa (ki bu oran 367’den çok daha masum bir oran), Fransa referanduma gidecek. Yani Türkiye bir gün AB’ye girme noktasına gelirse, Fransızlar bunu oylayabilecek.

Niye Britanya veya İsveç bu konuda bu kadar hassas değil de, beşiklerin beşiği Fransa hassas?

Bunun cevabı için büyük analizleri bir kenara bırakın. Gözlerinizi açıp bir Fransa’ya bakın yeter. Fransa çok ama çok büyük bir dekadans yaşıyor. Bu epeydir böyle. Anglosakson dünyasının yükselişi karşısında eziliyor, kendini kibirden kibre vuruyor.

Fransa artık dünyanın entelektüel merkezi değil. Dünya bir yana, kendi kendinin bile merkezi değil. Kafası çalışan, yeniyi arayan Fransız, LA’a koşuyor, NY’a kaçıyor. Hiç olmadı, soluğu Londra’da alıyor. Sanat, felsefe artık Fransa’dan sorulmuyor. Fransızlar şaşkın, televizyonlarda bile bunu tartışıyorlar. Hani neredeyse bir Tanrı vergisi sanıyorlardı bunu. Ellerinden bu kadar çabuk gitmesi onlarda sanki bir soyguna uğradıkları duygusu uyandırıyor.

Bildiğiniz Fransa buharlaşıp yok oluyor. Ekonomisi de yorgun ve ikinci sınıf. Artık kartpostal aşkların turistik çerçevesi bile olmayı beceremiyor Fransa. Hiçbir şeyin merkezi olmayı beceremeyince epey ben merkezli oluyorsun. Dekadans bu işte. Fena bir insanlık hali.

Madem oylamak istiyorlar, oylasınlar. Daha önce de Britanya’yı almadılar AB’ye. Ama sonunda aldılar. Çünkü artık, nihayetinde Avrupa’nın iradesi kazanıyor. Fransa artık bağımsız değil. Avrupa’nın kralı değil.

Fransa şöyle diyor. Her şeyimi kaybetmişim. Elimde kıçıkırık bir siyasi nüfuz kalmış Avrupa’da, onu da şimdi 100 milyonluk Türkiye’yle mi paylaşıcam?

Fransa’nın çöküşünü engellemek için liberal bir açılıma, AB’ye ihtiyacı var. Ve fakat, bunun bedeli de siyasi gücünün azalması, Avrupa içinde cüssesinden büyük yer kaplamaması.

Avrupa’da Fransa kadar ‘dekadan’ başka hangi ülke var? Türkiye var. 100 yıllık dekadansını pek idareli yiyor. Bu dekadans dededen toruna, tadından hiçbir şey kaybetmeden bütün nesillere yetiyor. Adı Türkiye Cumhuriyeti, ama tadı ebediyen ‘dekadan’ Osmanlı İmparatorluğu.

Şimdi Fransa Türkiye’nin AB’ye girişini oylayacak da, Türkiye oylamayacak mı? Türkiye’nin AB’ye girme ihtimalinden bazı Fransızlar kadar büyük rahatsızlık duyan birileri daha var. Bazı Türkler. Birileri Türkiye’de bundan çok açık rahatsızlık duyuyor. Kendilerine makul diyen birileri de çok gizli bir rahatsızlık…

Kifayetsiz Türkler cumhuriyetinden, Kifayetli Türkiyeliler cumhuriyetine geçişin önünü kesmek için silahlı yeraltı örgütleri kanlı kampanyalar yürütüyor. Ordu bir siyasi parti gibi siyasete giriyor. Muhtıralar veriliyor. Siyasete sürekli müdahale ediliyor. Büyükanıt, bir başbakandan öte, ‘dekadan’ bir Osmanlı padişahı gibi, Karanlık Savaşlar teorisinden, AB müktesebatının 15. maddesinin Türkiye’yi böleceğinden bahsediyor.

Bu kaosa bakınca, bir AB referandumunun herhalde Fransa’dan çok önce Türkiye’de yapılması gerekir diye düşünmeden edemiyor insan. Herkesin silahlarını gömmesi, eğer doğru dürüst bir savları varsa, eteğindeki taşları ortaya dökmesi gerekiyor.

Taraftar olan niye taraftar, karşı olan niye karşı? Bu milletin bunları artık çok net duyması gerekiyor. Çünkü tartışmak yerine, Türkiye’de liberal demokrasinin ensesine sokakta kurşun sıkılıyor.

Böyle bir AB referandumu, Ergenekon ne kadar büyük ve girift bir yapılanma olursa olsun, Ergenekon’un sivil siyasete çekilmesini zorunlu kılacaktır. Amaç da zaten budur. Ergenekon’a el sallamış herkesin ama herkesin boynunu uçurmak değil, onları legal siyasete çekmektir.

AB referandumunu kazanmış, AB sürecini açık ve net bir devlet politikası haline getirmiş bir Türkiye’de Ergenekon’un altına inebileceği bir yer yoktur. Böyle bir yer kalmaz.

En azından, yeni anayasa halka sunulurken çok açık bir AB tartışması çerçevesinde sunulmalı. Her şey şeffaflaşmalı. Bu tartışmayı hilebazlar değil, rasyoneli olan, söyleyecek açık sözü olanlar kazanmalı.

Böyle şeffaf bir AB tartışması birçok şeyi açığa çıkaracaktır. AKP, AB konusunda ne kadar samimi? Yoksa, AB meselesi AKP’de yalnızca bir liderlik iradesi ve şirazesinden mi ibaret? Ki bu çok muhtemel.

Ve en önemlisi, Kürtler’den, Ermeniler’e ve Kıbrıs’a kadar her fırsatta tam ulusalcı pozisyon alan, savaş uçaklarıyla camlar kıran Ertuğrul Özkök’ün makuller çetesinin ne kadar makul olduğu da idrak edilmeli.

İdeolojisi ve bakışı açısı net olanlar ortadadır. AB konusunda ideolojik değil ‘stratejik ve sinik’ olanlar, artık açık olmak zorundadır. Çünkü belli ki, Türkiye’deki kanlı karanlık, bu ‘makul müphemlik’ üzerinde konuşlanmıştır.

Posted at zaman: 11:25 on 28 Temmuz 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Tam göz hizamdan bir Türkiye fotoğrafı-1

Türk yargısının epey ehemmiyetli bir üyesinin şöyle düşündüğünü biliyorum. AKP kapatma davasıyla Ergenekon soruşturmasının organik ilişkisi vardır. Söz konusu kişi, Ergenekon soruşturması kanıtlarının AKP kapatma iddianamesini çürüttüğünü düşünüyor. Haklı. Mesela kapatma iddianamesinin ekinde delil olarak sunulan meşum kitabın yazarı Ergün Poyraz, Ergenekon sanıkları arasında. Ergün Poyraz’ın maaşı da JİTEM’den.

Yani, bir terör örgütünü T.C. iddia makamına davet eden zihniyet sorgulanmadıkça, AKP’yi kapatma iddianamesi bir Ergenekon girişimi olarak yorumlanabilir.

Bir ‘ceset davası’nın sanıklarının bir ‘niyet davası’nın tanıkları olduğu gerçeği ise, Türk hukukunun da, devletinin de, dibe vuruşunun resmidir.

Bu durum, yargıyı ikiye böldüğü gibi, devleti de ikiye bölmüştür. AKP’liler ve AKP karşıtları olarak mı bölmüştür? Hayır. Çünkü mesela yazının girişindeki yorumu yapan kişi bir AKP’li değil. O halde, bu bölünmeye şimdilik ‘eskiler’ ve ‘yeniler’ diyelim.

Batı’nın kapatmacı faşizan unsurları bu bölünmede, doğal olarak, ‘eski’ devlete sempati duyuyor. Onlar, Türkiye’nin Hıristiyan ya da yüce Avrupa medeniyeti dışında tutulmasını istiyor. Bizim ‘eskiler’ de aynı sevdayla kavruluyor. Eğer milli görüşçüyseler, gâvur medeniyetiyle, ulusalcıysalar, antika bir emperyalizmle, ‘solcu’ysalar, neo-liberal sapıklıkla savaşan kahramanlardır bizimkiler.

Çünkü Türkiye AB’ye girerse, Avrupa’da akıl almaz bir ilk gerçekleşecek. MİLLİ gelirimiz düşecek. Liberalizm işçi sınıfının SOL kazanımlarını yok edecek. Ve tabii ki, ULUS orta yerinden bölünecek.

Öte yandan Batı’da bir de liberal demokratlar var. Bunlar Müslüman Türkiye’yi Batı’nın içinde görmek istiyor. Türkiye’nin, Batı medeniyetinin dışına itilemeyecek kadar Batı’nın içinde olduğunu düşünüyorlar. Batı’yı Türkiye’ye kapatmanın yalnızca Türkiye’yi değil, Batı’yı da inandırıcı bir evrensel demokrasi anlayışından uzaklaştıracağına inanıyorlar. Bunlar da devletteki yeni unsuru, yani entegrasyonist unsuru destekliyorlar.

Milli görüşçüler bile Ergenekon’dan tutuklanınca anlıyoruz ki, Türkiye’deki derin siyasi bölünme, Türk parlamentosunu taklit etmiyor. Daha ziyade Batı’nın global sorunsalını izliyor.

İzolasyonistler ve entegrasyonistler olarak. Bu en hakiki siyasi bölünme şeffaflık ve açıklıkla tartışılmazsa, bu tartışmaya öncelik verilmezse, Türkiye’ye huzur yok.

Bu derin bölünmede gerçek takiyeci unsur, izolasyonistler. Bunların önemli bir bölümü Batı’ya sırtlarını dönmekte kararlı olduklarını siyaseten gizliyorlar, sulandırıyorlar. Çünkü meçhul bir geleceği seçerken, ortaya koyabilecekleri inandırıcı bir vizyon, farklı bir medeniyet tasavvurları yok. Ama şu güzelliğe bakın, arkalarında babadan kalma taş gibi bir ‘yeraltı örgütü’ var.

Derken, devlet içindeki eski unsurlar harekete geçiyor ve parlamenter demokrasiyle yapamadıklarını muhtırayla, yargıyla yapmak istiyor.

Aslında, tek ama tek hedefleri var. Türkiye’ye AB’nin, AB’ye de Türkiye’nin kapılarını kapamak. Sonrası zaten tabiatıyla bir şiir gibi kendiliğinden gelir. Bu akrostişli şiire hangi kelimelerle başlayacaklarını bilecek kadar da tecrübeliler.

Bir de Ertuğrul Özkök’ün ‘makul’ zalimler ordusu var. Namı diğer, ortayolcular. Türkiye’de alınan bütün banka kredileri bunlardan sorulur. Çünkü Türkiye bir memleket değil, bunların babasının bankasıdır.

Bunlar yeraltından ziyade kapalı kapılar ardında konuşlanmışlardır. Ama arka odalarında yeraltına gizli bir tünel de yok değildir. Bu deliği çok gerekmedikçe kullanmıyorlar. İhtiyatlılar.

Bunlar gerçekten de arabulucudur. Ama neyin arabulucusu? Bunların derdi, Türkiye’nin Batı’yla entegrasyonunu mümkün olduğu kadar geciktirmek. Türkiye’ye mümkün olduğu kadar uzun süre patinaj yaptırmak. Kâr yerine ranta, piyasa yerine devlete sırtını dayayan, ezelden ayrıcalıklı kifayetsiz bir burjuvaziyi yangın yerinden tam emniyetle, hatta mümkünse son bir büyük vurgunla selamete çıkarmak. Onları, yeni düzenin tepesine yatay geçiş yaparak yerleştirmek. Bu operasyonun adı da Özkökçede ‘büyük uzlaşma’ oluyor. Sloganları da ‘Avrupa önce bizimdir’.

Bu ‘makul’ gaddarlar, ezik ve hantal Türkiye bünyesinin kendi suyollarına yatkın olduğunu iyi biliyorlar. Hiç bitmeyen pişkinlikleri de bu yüzden.

Her devrin insanları onlar. Hoş, bu yeni devir biraz zorladı onları. Böyle sıçramalara alışkın değiller. Ama yine sıçrarlar.

Şimdi, bugün yarın, hürriyetimizin içine Ertuğrul Özkök’ün Tayyip Erdoğan’la röportajı geliyor. Özkök Tayyip Erdoğan’la röportaj yaptığına göre, Tayyip Erdoğan’ın kaybetme ihtimali kalmadı. Çünkü bilirsiniz, Özkök hazretleri kaybeden ‘marjinalleri’ günahı kadar sevmez.

Posted at zaman: 11:00 on 26 Temmuz 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Ben,

Yaklaşık bir buçuk senedir buralarda yazıyorum. Yazmak için düşünüyorum, düşünebilmek için yazıyorum. Çünkü bence yazı, lafın bittiği yerde başlıyor. Lafın bittiği yerde kelime beliriyor. Lafın bittiği yerde, ben beliriyorum. Bir fani varlık beliriyor... Yazarak, en azından yokluğa, yok edilişe karşı mücadele ediyorum. Hem fani hem de üstüne, yok olmak istemiyorum

Yazarak deniyorum. Varlığımı ortaya çıkarıyorum, ortaya koyuyorum. Birey olmayı deniyorum, çünkü bireye inanıyorum. Bu inancın Edirne’den Ardahan’a, Müslümanlıktan sosyalizme beni hangi lafta hangi rafa kaldırdığı da hiç umurumda değil.

Ordinaryus çakalların dikkatine! Bireyin kutsallığına inanmıyorum. Tam da tersine, kutsal olma kabiliyetine sahip olmayan tek şeyin, bireyin, yok edildiği her tertibin terkibini varlığımı öne sürerek, ortaya koyarak bozmaya çalışıyorum. Bu tertibin kutsal sağda, ya da kutsal solda olması benim için farkedemiyor.

Bilgiye şahsi bir ilgim var, ama tâbiyetim yok. İnanca büyük saygım var, ama aidiyetim yok. Amma ve lakin, kutsal olanla işim olmaz. Kutsallaştırmanın pagan bir vahşet olduğunu düşünüyorum. İçine şu veya bu kutsal girmiş her toplumsal sözleşmenin başından sonuna karşısındayım.

Önce inanıp sonra diz çökenleri rahatlık ve huzur içinde anlayabiliyorum. Fakat bunun tam tersi, yani önce diz çöküp sonra inananlar ise tabiatıyla bana dehşet veriyor. Zira onlar, kendileri dahil her şeyi yok ediyor. Bunu da bana hiç kimsenin işaret etmesi gerekmiyor. İnanır mısınız, bunu kendi kendime görebiliyorum.

Yazarken mümkün olduğu kadar kendi dünyama, kendi dimağıma referansla yazmaya dikkat ediyorum. Bunu yazarlığın namusu telakki ediyorum. Bunun için bu köşeyi işgal ettiğimi düşünüyorum.

Karşımızda duran koskoca dağların, mesela bir Ergenekon’un, varlığı ve yokluğu metafizik bir mesele gibi sabah akşam tartışılmaya ihtiyaç duyulmadığı gün, benim gibi gazeteci olmayan yazarlar da bu köşeleri işgal etmeyecekler. O günü ben de sizin gibi iple çekiyorum.

Yoksa Marks’tan Troçki’ye, Kemal’den Atatürk’e, Ertuğrul’dan Ertuğrul’a, icazet alarak serpme yazı yazmanın, yukardan ilim irfan ikbal, taktik strateji saçmanın tekniklerini, inceliklerini, dahası protokolünü hasbelkader öğrenmiş biriyim. Enikonu maalesef ben de bir ‘okumuş Türk çocuğuyum’.

Ama okuduklarımla sizin canınıza okumayı, basit olanı zaafla karmaşıklaştırarak, dibi görüneni lafla derinleştirerek, sıradan insanların ve bireyin beş duyusuna ve aklına hakaret etmeyi en büyük sahtekârlık sayıyorum.

Eğer yazdıklarımla ola ki bünyenizi, aklınızı, vicdanınızı zaman zaman köşeye sıkıştırıyorsam, bunu kimseyi arkama almadan, tek başıma yapmaya çalışıyorum. Yaptığımı büyütmeyin ve daha da elzemi, beni ve sıradanlığımı sakın ha küçümsemeyin diye...

Yazarın derdi, becerebiliyorsa, hiçbir şeye dayanmadan yaslanmadan, kendini ortaya koymaktır. Yani, sıradan bir insan olmaktır.

Sıradan insan kim midir? Türk aydını koşup bir bilene sormadan ben cevap vereyim.

Sıradan insan, beş duyusunu ve aklını gerektiğinde hiç bir referansa ihtiyaç duymadan hemen kullanabilen insandır. İçgüdülerini kaybetmemiş insandır. Yangından hangi güdüyle kaçıyorsa, özgürlüğün kokusunu aynı güdüyle alabilen insandır.

Sıradan insan, bir gece muhtıra verilince, Ertuğrul’lar, Aydın’lar, Kemal’ler uyanmadan, ne düşüneceğini, daha da önemlisi ne hissedeceğini tek başına bilen insandır.

27 Nisan muhtırasının ertesi günü gazete köşelerine bakın, medyamızdaki sıradan insanları saymaya başlayın.

Sıradan insan, yediği ikinci darbede ilk darbeden daha büyük tepki veren, sesini daha da yükselten insandır.

Abdurrahman’ın davasından sonra tepkisini ikiyle çarpma cüretini gösterenlere bakın, kaç sıradan insan kalıyor geriye, artık parmaklarınızla sayabilirsiniz.

Sıradan insan, Veli Küçük ismi geçtiğinde Hrant Dink’in vücut kimyasının bozulduğunu, ölmeden öldüğünü, ne yapsa bir türlü unutamayan insandır.

Ben ve benim gibi sıradan insanları babalarınızı arkanıza alıp kovalamaya çalışabilirsiniz. Ama artık beceremezsiniz. Çünkü biz, kazandık. Bize yer açacaksınız. Bize alışacaksınız.

Evet, haklısınız, sizin için tehlikeliyiz. Çünkü biz varoldukça, zamanla siz de sıradanlaşacaksınız.

Sıradanlık, bulaşıcı sağlıktır.

Bize bulaşmazsanız, bir ihtimal sıradanlık size bulaşmayabilir. Ama bize bulaşmadan sıradan olmadığınızı nasıl ispatlayacaksınız, nasıl sergileyeceksiniz? Di mi?

İşte, iş burada sizin için bir çıkmaza giriyor.

Hem de çok sıradan bir çıkmaza.

Maalesef.

Posted at zaman: 11:43 on 24 Temmuz 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Bağımsız Türkiye

Karşı olduğun şeyi küçümsemek. Az gelişmiş ülke siyasetinin motoru budur. Küçümsemek. Dikkatinizi çekerim, burada indirgemecilikten bahsetmiyorum. Her indirgemeci karşısındakini küçümsemez.

Basit bir hastalıktan, küçümsemekten bahsediyorum. Kibirden bahsediyorum.

Memleketimin en büyük Amerika, Avrupa düşmanlarına bakın. Aslında Amerika’yı Avrupa’yı küçümserler. Anglo-Sakson kültürünü küçümserler. Bu kültürün değişme, gelişme kabiliyetini küçümserler. Batı medeniyetinin ince örgüsünü küçümserler. Daha da vahimi bu kültürün (iyi ya da kötü) geleceği karşılama ve geleceği kurma imkânlarını küçümserler.

Amerika bir iskele babasıdır sanki. Neo-liberalizm denen bir halatla bağlanırsın oraya, aldın mı halatı babadan, heyamola. Meçhule kalkar gemi ve tam orada işin biter.

Kimse bana meseleyi basitleştirdiğimi söylemesin. Çok gördüm. En ince fikirli, en derin analizlerde bile, asıl meseleye gelince, tek kelimeyle küçümserler, geçerler. Çünkü azgelişmişin üzerinde konsensüs sahibi olduğu tek bir şey vardır. O da, kibirdir. Ucuz kibrin kokusunu alınca azgelişmiş, anlaşılmazı anlar, inanılmaza inanır. Diğer bütün lâfü güzaf, en zeki sözler, bu gariban kibrin altın varaklı çerçevesidir.

Gelir düzeyi 10 bin dolara gelmiş, Avrupa’nın dibinde bir ülkede yaşıyorsun. Senin Avrupa’yla bağın artık organik bir bağ. Amerika’yla bağın organik bir bağ. Daha ziyade karmaşık bir merkez periferi ilişkisini andırıyor.

Bakın, bu bağa organik bir bağdır demek belki indirgemeci bir tasniftir. Ama bu tasnif, karşı tarafı küçümsemez. Internet devrimini küçümsemez. Hizmet sektörünün en büyük katma değer yaratan sektör olduğu gerçeğini küçümsemez. Liberal bir yaklaşımdan mahrum bir hizmet sektörünün doğmadan öleceği hakikatini küçümsemez. Milliyetçiliğin anavatanı Avrupa’nın ‘bağımsızlık’ kavramını bir yana atıp liberal demokrasi denen ‘bir fikir’ üzerinde yeni bir medeniyet kurma ihtiyacını küçümsemez. Çin’in ve Rusya’nın acımasız, tehlikeli ve otoriter bir kapitalizme yönelişini küçümsemez. Tam Japonya ele aldı derken bütün teknolojiyi, Amerika’nın bilişim sektörüyle geri dönüşünü, öne geçişini küçümsemez. Milletlerin bölüşüm sorunu olduğu kadar, zenginlik ve zenginlik kaynağı sorunu olduğu gerçeğini küçümsemez.

Amerika’ya Avrupa’ya kenarından ucundan teyellenmiş değilsin. Sen iliklerine kadar Batı medeniyetinin bir parçasısın. Yalnız ve güzel bir parçası olsan da hakikat değişmez.

Olan olmuş. Artık içerdesin. İçindesin. Dışarıya çıkmanın maliyetini hesaplayabiliyor musun? Etrafında bu maliyeti senin paşa gönlün için ödemeye gönüllü bir halk görüyor musun? Herhalde şaka yapıyorsun.

Bağımsız İtalya ne kadar anlamlıysa, bağımsız Türkiye de o kadar anlamlı artık. Buna alış. Türkiye’yi de küçümseme. Batı’yı da küçümseme.

Hem, İtalya’dan mesela, daha bağımsız bir ülke olmak için ne yaptın? Yeni bir zenginlik kaynağı mı yarattın? Anayasanı bile Mussolini’den aldın.

Evet, yalnız değilsin. Batı’da da müttefikin var. Amerikalı neo-con ve Avrupalı faşist de senin bağımsızlık mücadeleni destekliyor. Çünkü Amerikalı neo-con ve Avrupalı faşist seni bu medeniyetin bir safrası olarak görüyor. Ve seninle tıpatıp aynı şeyi düşünüyor. Batı’dan bağımsız Türkiye. Ya da daha doğrusu, Türkiye’den bağımsız bir Batı. Amerikalı ve Avrupalı faşistin seninle anlaşıyor olması seni hiç mi rahatsız etmiyor?

Amerika’ya Avrupa’ya karşı mısın? O halde bu medeniyetin içinde ve içeride mücadele edeceksin. Demokratik bir mücadele vereceksin. İçinde yaşadığın medeniyetin merkezinden hakkını alacaksan, bu koskoca medeniyetin sana ve diğer vatandaşlarına öngördüğü tek mücadele tarzını, demokrasiyi kabul edeceksin. Demokrasiyi küçümsemeyeceksin.

Evet, Batılı demokrat sana demokrasiyi dayatıyor. Batılı faşist sana demokrasiyi dayatmıyor. Batılı demokrat seni Avrupa üzerinden bağımlı kılmak istiyor. Batılı faşist, Ortadoğu cehennemi üzerinden. Sen seç

Ama tabii sen ‘gerçek’ solcusun, üçüncü bir siyasi yolun var. Anlat o zaman. Bir duyalım. Yepyeni bir katma değer yaratacak ekonomik, teknolojik bir fikrin mi var? Ya da, dünyanın yeni enerji kaynağını bu topraklarda mı bulacaksın? Yoksa bir Lisenko vakası daha mı yaratacaksın?

Bu devirde bir medeniyete sırtını dönüyorsan, bir başka medeniyet tasarımın olmalı. Üstelik bu, bağımsız olarak kurulabilir bir tasarım olmalı. Beni hor görmezsen üstadım, o tasarımı görmek istiyorum.

Erke dönencesi denen şey, bence yalnızca milleti güldürmek için uydurulmadı. Türkün buluşu bu sonsuz enerji kaynağı, bağımsızlığı inandırıcı kılmak için yaratıldı. Erke dönengeçi bir zavallı alternatif medeniyet tasarımıydı. Darbeden sonra halka tanıtılacaktı. Asıl makine bozuldu. Kısmet olmadı.

Onlarınki erke dönengeçiydi. Seninki ne? Gerçekten merak ediyorum.

Posted at zaman: 11:46 on 21 Temmuz 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 1 yorum   | Filed under: ,

Paşa çayı

Ergenekon tartışması felsefedeki idealizm materyalizm tartışmasına döndü. Temelinde metafizik bir tartışmaya.

Zamanında Dr. Johnson diye bir filozof, gelmiş geçmiş en kısa felsefe tebliğini vermişti. Amacı, binbir dereden su taşıyarak maddenin gerçekte var olmadığını ispatlamaya çalışan Berkeley’i alt etmek ve materyalizmin gerçekliğini kanıtlamaktı. Dr. Johnson kürsüye koskoca bir taş getirdi. Ve taşa olanca gücüyle tekme attı. Böyle bir tebliğ ‘derin’ filozoflara hitap etmez tabii, ama sıradan ‘sığ’ bir insan bu kısa tebliğin hakiki derinliğini hemen kavrar. Taş, gerçek olsa da acıtır, gerçek olmasa da.

Çünkü kafası yıllardır taştan taşa vurulan sıradan insanlardır.

Şimdi devir değişti, bu sıradan insanlar koskoca bir taş gibi duruyor inkârcıların, ‘farecilerin’ önünde.

Bu ‘sıradan taşın’ büyüklüğünü Yeni Şafak’taki araştırmadan öğreniyoruz. “Türk toplumunun yaklaşık yüzde 61’i Ergenekon’un çıkar amaçlı bir suç örgütü olduğunu, yüzde 57’si ise darbe yapmak için bir araya geldiğini düşünmektedir. Ergenekon siyasi bir operasyondur önermesine hayır diyenlerin oranı yüzde 65’dir. Vatansever bir oluşumdur önermesine hayır diyenlerin oranı yüzde 77,3’dür.”

Bu rakamlar AKP’ye verilen siyasi desteğin çok üstündedir.

Yani, eski taşlar gitmiş, yeni taşlar yerine oturmaya başlamıştır. Ergenekon’u küçümsemeye, yok saymaya çalışan birileri sizce bu yeni taşa kafalarını vura vura kendilerini yok etmeye mi çalışıyorlar? Bu kadar mı kendilerinden geçmişler?

Yok hayır, bence o kadar aptal değiller. Onların çok uzun sürecek yepyeni bir otoriter rejim hayali var. Yeni otoriterliğin sesi onlar. Ya da sesi olmak için çırpınıyorlar. Ergenekon’u sulandırarak bir ‘paşa çayı’ kıvamına getirmek istiyorlar. Yeni otoriter ‘paşa çayı rejimi’nin tepesine oturmayı hayal ediyorlar. Vicdansızlık rejiminden, bulanık vicdan rejimine geçileceğini öngörüyorlar. O bulanıklığın dilini örüyorlar.

İşte Aydın Doğan medyasının ince fikri bu yeni bulanıklığın dilbilimcisi olmak. Ben Aydın Doğan medyasında emir komuta zincirinin ‘gerçek’ halkalarının bozulacağına hiç mi hiç ihtimal vermiyorum. Bir iki süs yazar hariç, ki ben de onlardan biriydim, Aydın Doğan medyasında bu görevin bir refleks mekanizmasına dönecek kadar içselleştirildiğini düşünüyorum. Onların bütün işi, eski cendere parçalanırken, yeni ve daha modern bir cenderenin kuruluşunu teminat altına almak. Ve giderek ılıyan sularda masumlaşmak.

Bu yüzden onları ne kadar teşhir etseniz, fark etmez, onlar bunu dert etmez. Çünkü onların gözü ne sizde, ne de halkta. Onların gözü başka bir yerde. O ‘başka bir yer’ onlara gözünü kırpana kadar durmayacaklar. Koşuşturacaklar. Ağız yakan kaynar suya sürekli soğuk su katacaklar. Ta ki birileri tam kıvamına geldi diyene kadar.

Başarabilirler mi? Gayet tabii başarabilirler. Burası Türkiye. Onlar da Türkiye’nin ‘tabiatı’ üzerine paraları basıyor.

Onların başarısını engelleyebilecek tek bir güç var şu anda Türkiye’de, o da AKP.

Ama ne var ki, AKP köşeye sıkışmadan hareket etmeyen miskin bir kedi gibi. Bunu iyi okuyan ‘yeni otoriterlik’ AKP’yi köşeye sıkıştırmak istemeyecektir.

Buna, AKP’yi kapatmamakla başlayacaklar.

Kapatılmayan bir AKP, ekonomi için, sözde normalleşme için, kısa dönemde iyidir hoştur da, uzun dönemde hem demokrasi, hem ekonomi için çok salaş bir yoldur.

Dikkatinizi çekerim. Kapatılmayan bir AKP, temize çıkmış bir AKP değildir. ‘Affedilmiş’ bir AKP’dir. Kimin affettiği ise çok önemlidir. Çünkü onu affeden makam, yeni otorite makamıdır.

Eski otorite AKP’yi ‘hiç yoktan’ suçlamıştır. Yeni otorite de ‘hiç yoktan’ affedecektir. Bu iki otorite arasındaki çok önemli ortak nokta, hiç yoktanlıktır.

AKP kapatılmadığı gün, Ertuğrul Özkök’ün ‘işte size Türk adaleti, işte size yüce Türk yargısı’ yazısı elbette hazırdır. İşin garibi, aynı gün aynı sözleri bir AKP’li, mesela Cemil Çiçek de edebilir.

Türkiye’nin garip yeni çıkmazı budur. Affedilmiş ve hiç yoktan borçlu bir AKP’yle yoluna devam etmek ve günü kurtarmak. Ya da affedilmemiş bir AKP’yle biraz olsun geleceği kurtarmak.

İşte bu yüzden AKP’nin savunma yapmayı reddetmesi çok önemliydi. Geçmiş olsun.

Ama ne olursa olsun, bundan böyle Türkiye’de, ucunda ışık görülen bir tünelde siyaset yapılacaktır. O ışığın kaynağı da, halkın hafızasıdır, halkın kaydıdır.

Bu da, ben faninin bu memlekette gördüğü en umut verici şeydir.

Bu değişimin ‘vesileleri’ ve ‘vasıtaları’ ortadadır. Ama evet, ne yazık ki hâlâ bu değişimin gerçek bir öznesi yoktur. Özne olabilmek, hepiniz iliklerinize kadar biliyorsunuz, bu memlekette son derece zor, tehlikeli ve marjinal bir iştir...

Posted at zaman: 11:05 on 19 Temmuz 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Fareli Köy

Demokratlığımızın sığlığından dem vuruyor birileri. Dolayısıyla derin demokratlık diye bir şey var, onlar biliyor, biz bilmiyoruz.

Siyaset biliminin halkın elinden çekip alamadığı tek şey olan demokratlığı da ‘akademia’nın tozlu raflarına kaldırmak istiyorlar. Demokratlığı nemli bir mahzende yıllandırıp ara sıra tadına bakıp tükürmek istiyorlar. Gövdesi dolgunlaşınca, tadı olgunlaşınca halka ikram etmek istiyorlar. (Bu kadar nadide bir şey bütün bir halka dağıtılmaya yeterse tabii.) Demokrasi degüstatörleridir onlar. Onların tadına bakıp onaylamadığı demokrasi demokrasi, demokratlık demokratlık değildir.

Halbuki demokrasi fikrinin en güzel yanı evde kendi imkânlarınızla yapılabilir olmasıdır. Demokrasi basit bir şeydir, basit değilse demokrasi değildir. Demokrasinin ne olduğunu anlamak için eğitim seminerleri gerekmez. Biraz hayatı okumayı biliyorsan yeter. Demokrasi fikrinin en büyük gücü buradadır.

Kitaplardan önce hayata yazılmıştır.

Ama gel gör ki, demokrasi degüstatörleri sana demokrasinin karmaşık ve çok derin bir şey olduğunu anlatacaklar. Hele hele Türkiye gerçeğinde çok daha karmaşıklaşan bir mesele olduğunun altını çizecekler.

Sen de bu karmaşıklığı evde tek başına kavrayamayacağına göre, birilerine danışmak zorunda kalacaksın. Sonunda, sen bilirsin abla, sen bilirsin abi, noktasına geleceksin. O meşum pozitivist odaya bu sefer arka kapıdan gireceksin.

Türkiye’nin çok özel ve çok karmaşık jeopolitik koşulları teranesi nasıl totaliter bir rejimin zeminini oluşturduysa, Türkiye koşullarında demokrasinin derinliği ve karmaşıklığı fikri de otoriter bir rejimin temellerini oluşturacak. Sakın şaşırma.

Benim gördüğüm ve anladığım kadarıyla Türkiye’de asker bir karar aldı. Totaliterliğin dilinden otoriterliğin diline geçme kararı. Totaliterliğin dili militer, stratejik, jeopolitik bir soğuk savaş diliydi. Asker bu dilin zaman aşımına uğradığını fark etti. Bu yüzden bu ölü dilin zehrini oraya buraya saçanlara karşı açılan savaşa destek verdi. Bu dille bu geminin artık yürüyemeyeceğini idrak etti.

Evet, asker Ergenekon soruşturmasına göz yumdu. Ama bir koşulla. Fazla abartılmaması koşuluyla. Ve Ergenekon’un eski ‘totaliter’ dilinin yerine yeni ‘otoriter’ bir dil oluşturulması koşuluyla.

İşte ‘tarafsız’ların ehemmiyeti bu noktada devreye giriyor. Bu insanlar ulusalcı değiller, bunlar ‘basit demokrat’ da değiller. Onların görevi yeni ve asil bir korku yaratmak. İç savaş korkusu.

Onların görevi otoriter bir rejimin görünüşte ‘demokrat’ dilini oluşturmak. Bu dilin Türkiye’ye özel, yerel bir dil olmasına dikkat etmek. Demokrasi fikri tam ulaşılabilir olmuşken, onu ulaşılabilir olmaktan çıkarıp karmaşıklaştırmak.

Gerginlik ve heyecan olmadan gerçek bir dönüşüm dünyanın hiç bir ülkesinde mümkün olmamıştır. Onların görevi bu heyecanı halka çok görmek. Bu heyecanın iç savaşa gideceği korkusunu yaymak.

Onların görevi asgari bir demokrasiye doğru evrilebilecek bir ülkenin fren balatalarını ABS frenlerle değiştirmek. Ve derinleşmiş otoriter bir zeminde Türkiye’yi durdurmak.

Yok hayır, onlara bu görev bir zarfta tebliğ edilmedi. Onların bizzat kendileri halka tebliğ edilmiş birer zarf.

Halktan önce AKP’nin bu zarfı açması muhtemeldir. Bu zarfı açan AKP kapatılmaz. Bu zarfı açmayan AKP, kapatılır. Garip bir çıkmaz daha.

“Ya 9 Mart darbe girişimi?..

1971’in 12 Mart askeri darbesinden sonra 9 Mart konusunda açılan Madanoğlu Paşa Davası beraatle sonuçlanmıştı.

Yani dağ fare doğurmuştu!

Peki, kim inandı 9 Mart’ın olmadığına?..

Hasan Cemal, nasıl kuryelik yapmış, Doğan Avcıoğlu’nun yazdığı ‘darbe anayasası’nı büyük boy sarı zarf içinde alıp hangi subaya götürüp teslim etmişti?

Hasan Cemal, Kızılay’daki bekar evinde Mürted Hava Üssü Komutanı Korgeneral ile Doğan Avcıoğlu’nu kaç defa gizli olarak buluşturmuştu?

Hangi bombalar nerelere atılmış, neden atılmıştı? Hangi 27 Mayısçı emekli subay dinamit lokumlarını arabasının bagajında getirmişti?

Ama ne oldu?..

9 Mart davasında dağ fare doğurdu. Neden? Çünkü işin ucu zamanın Genelkurmay Başkanı’na, Hava Kuvvetleri Komutanı’na gidiyordu. Dava bir yerde siyaseten kesildi, beraat kararı çıktı mahkemeden...

Ama bu karar, 9 Mart’ın bal gibi bir darbe tertibi olduğu gerçeğini tarih önünde değiştirmedi.”

Bu sözler, hayranlık verici derecede basit bir demokratın, Hasan Cemal’in sözleri.(Milliyet, 10.7.2008)

Fare diyor ki, “Ne olursa olsun, kim ne derse dersin, bundan böyle bu ülkede birileri zarfsız yaşayacak.”

Fare böyle konuşunca gözümde bir büyüyor, bir büyüyor. Dağ farenin yanında küçücük kalıyor.

Posted at zaman: 11:01 on 17 Temmuz 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

O virajdayız

Hukuku unutun. Çünkü hukuk sizi çoktan unuttu. Can çekişen hukuka atılan son kurşunun adı Abdurrahman’dı. Atları da vururlar. Hukukun acıları Abdurrahman’la son buldu. Bu, bir yolun sonu oldu. Ve yeni bir yolun başlangıcı.

Hiç alışık olmadığımız bir devir başladı. Hayal bile edemeyeceğimiz bir devir. Halkın vicdanı devri. Hem halk hem vicdan bir arada. İkisini de yok sayıyorduk. Buyurun, şimdi ikisi de bir arada.

Halkın arzusu değil. Halkın tercihi değil. Onlarla baş edebiliyorlardı. Birilerinin en korktuğu şeyle baş başayız şimdi. Halkın vicdanı.

Toplumları devlet değiştirmez. Toplumları hukuk değiştirmez. Toplumları halkın arzuları bile değiştiremez genellikle. Toplumları halkın vicdanı değiştirir. Bu da en değişmez hakikatlerden biridir.

Ergenekon iddianamesi ortaya çıkacak. Birilerini ‘mutlaka’ tatmin etmeyecek. Kimleri mi tatmin etmeyecek? Cevabını Emre Aköz veriyor. “Ortak özelliklerini bir kere daha sıralayalım: 1) ‘Laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor’ havası yaratmak. 2) Kapatma iddianamesini var gücüyle desteklemek. 3) Operasyon başlayana dek Ergenekon hakkında susmak. 4) Tutuklamaların ardından sorgulamalara çamur atmak, tali konuları sanki çok önemliymiş gibi sunmak.” Emre Aköz’ün bu billur gibi yazısını mutlaka okuyun. (Sabah, 9 Temmuz)

Sonra esen rüzgâra göre başlasın fırıldaklık. Sanki bir gün o yanda, bir gün bu yanda olunca ‘ortada’ olabiliyorsun. Olsan olsan, ortalık yerde fırıldak oluyorsun. Ve bu her yerden görününce şaşırıyorsun. Çünkü gerçeğin bir kaç kişinin bildiği bir sır olmasına öyle alışmışsın ki...

Niye mi artık görünür oldun? Çünkü halkın vicdanının gözü açıldı.

Halkın vicdanı kan dökmek için yoktur. Asmak kesmek için yoktur. Savaşmak için yoktur. Halkın vicdanı görebilmek ister. Görünmez olan artık görünsün ister. Üstüne gitmezseniz halk bu kadarıyla yetinir. Halkın gücü de buradadır zaten. Görmek ve bilmek aslında ona yeter.

Batı medeniyetlerinin en büyük demokrasi virajlarında büyük hukuk davaları vardır. Dreyfus davası gibi. Rosenbergler gibi. Bu davaların sonuçları değil, varlığı önemlidir. Bu davalar mahkemede değil, halkın vicdanında görülür. Türkiye nihayet böyle davalara sahip. Kapatma davaları ve Ergenekon davası. Bu davaları hukuk üzerinden, devlet üzerinden tartışma tuzağına sakın düşmeyin. Bu en büyük tuzaktır.

ÇÜNKÜ BU DAVALAR HALKIN HUKUKTAN DAVACI OLDUĞU, YA DA HUKUKUN HALKTAN DAVACI OLDUĞU DAVALARDIR.

Bu tür davalarda mahkemenin nihai kararı ehemmiyetsizdir. Varolan hukukun Ergenekon’u hakkıyla yargılayamayacağını hepimiz biliyoruz. Bu kapatma davası için de geçerli. İkisinin de sonucu, hukukun olmadığı yerde, ne olursa olsun, ya siyasidir ya da tesadüfî.

Ama hukuken belki de yanlış sonuçlanacak bu davalar, cumhuriyet tarihinin en önemli davalarıdır.

Ve halkın vicdanının bu davalarla ilgili vereceği karar, Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir.

Yeni hukuk düzeni bu vicdan üzerine kurulacaktır. Yeni anayasa bu yeni vicdanın anayasası olacaktır.

Unutmadan, bu tür davalarda çoğunluğun vicdanı eninde sonunda galip gelir. Bu davaların sonucu uzlaşma üzerinden yürümez. Rosenbergler ne ölsün ne ölmesin diyemeyeceğin gibi, AKP ne kapatılsın ne kapatılmasın diyemezsin. Ergenekon ne vardır ne yoktur diyemezsin. Zaten bu tür davaların bütün ehemmiyeti bir vicdana ötekini ‘marjinalize’ edip yok etme şansı vermesidir.

Bunlar varlık ve yokluk davalarıdır. Buradaki varlık ve yokluk mücadelesi mutlak bir mücadeledir. Bu mücadeleyi taraflardan biri kazanmadan bir uzlaşma zemini, bir hukuk, zaten mümkün değildir.

AKP’nin en önemli erdemi bu gerçeği geç de olsa idrak etmiş olmasıdır. Yoksa demokraside sınıf birincisi olması değil.

Halkın vicdanı idam sehpasında değildir. Halkın vicdanı bir bankanın kuyruğundadır, bir vapurun bankındadır, ve nihayet artık gazete sayfalarındadır.

Halkın vicdanının ne kadar yüce gönüllü ve gündelik bir şey olduğunu anlamak için Cengiz Çandar’ın bunu hisseden ve hissettiren muhteşem yazısını mutlaka ama mutlaka okuyun. (Referans, 9 Temmuz)

Ve korkmayın. Topu topu vicdan tazeliyoruz. Ortak bir vicdan oluşturuyoruz. Aslında iyi günler bu günler.

Bir tek ‘tarafsızlar’ için kötüdür bu günler. Çünkü böyle vicdan virajlarında tarafsızlar, tarihe insanlık müsveddesi olarak geçer.

Ama onlara da iyi bir haberim var. Meşhur hayat tarzlarını kaybetmeyecekler. Ama bir koşulu var. Hayatlarını ve ‘tarzlarını’ artık yalnızca düğmelerini ilikleyerek kazanamayacaklar.Başka bir yetenekleri var mı dersiniz?

Not: Yazarken haber geldi. Amerikan Konsolosluğu’na saldırı. Olay, halkın vicdanının apaçık gözleri önünde cereyan etti. Endişeye gerek yok.

Posted at zaman: 11:53 on 10 Temmuz 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Ilımlı Marksizm ve Ilımlı İslam

70’ler, Marks’ın dünyanın yarısına bedel olduğu yıllardı. Hatta yarısından fazlasına. Sadece dünyanın değil, insan denen beşerin zaaflarının yarısının hesabının da Marksizmden sorulduğu günlerdi o günler. Stalin’in kara, kanlı hesabının Marks’ın mürekkebine yüklendiği günler.

Tedhişçi, terörist nihilizmin Marksizme el altından transfer olduğu, Baider Meinhof’un, Kızıl Tugayların, Action Direct’in Avrupa’nın kalbinde hücrelendiği, Carlos’un bir insanlık canavarıyla bir seks ilahı olmak arasında gidip geldiği garip zamanlar.

Vicdanların Ortadoğu üzerinden düzenlendiği, Ortadoğu hakkındaki farklı görüşlerin Fransa’daki bir çiftin aşkının içine edebildiği bir devir. Amerika kıyılarında balıktan çok Sovyet denizaltısı olduğu varsayılan kuyruklu yalanlar devri. Aynı zamanda hakiki korku ve hakiki acılar devri. Azgın faşist diktatörler devri. İnsanın insana neler yapabileceğinin artık gizlenemediği, ürpererek izlenmeye başladığı bir dönem.

Böyle uygun bir zamanda, Fransa’da İngiltere’de Almanya’da, ekmek peşinde, çoluğunun çocuğunun derdinde, ‘sıradan’ bir vatandaşı, Hitler’den, Franco’dan korktuğu kadar Marks’tan, Marksizmden korkutmak çok mu zordu?

Çok kolaydı. Yarım Ertuğrul Özkök içine çeyrek Fatih Altaylı bütün Avrupa’yı zehirleyip gebertmeye yetebilirdi. Baykal’a da ister istemez yalnızca avukatlık kalırdı. Diktatörlerin avukatlığını yapmak.

Avrupa ne yaptı? Marksizmden korkmamayı tercih etti. Kimseyi Marksizmle korkutmamayı tercih etti. Marks bir Avrupalıydı. Marks onların kültürünün bir parçasıydı. Marks onların düşüncesinin, onların felsefesinin, onların zihniyetinin, onların hayatının bir parçasıydı. Evet, Marksizm çoğu zaman bir inanç gibi örgütlendi, ama temelinde eleştirel bir düşünceydi, bir felsefeydi. Kökü Avrupa’nın çok derinlerinde olan bir felsefe.

Avrupa, kanlı faşist diktatörlerle Marks’ı aynı kefeye, aynı kefene koymadı. Koymaya gönlü varmadı. Buna halkın vicdanı diyorum ben. Bu günlerde Türkiye’de çok ihtiyaç duyduğumuz bir şey.

Bu dönemde Avrupa çok önemli filozoflar çıkardı. Döneminin en önemli filozoflarıydı onlar. Bunların neredeyse hepsi Marksistti. Bu filozofların bütün çabası, temelinde, Marks’ın Avrupa kültürünün bir parçası olduğunu fark etmek, fark ettirmekti. Marks’ın Avrupa’daki derin köklerini görünür kılmaktı. Bunlar Marks’ın köklerine Leibniz’den Spinoza’ya Nietzche’ye, Marks dahil kimsenin daha önce aklına gelmeyen bir sürü filozofu yerleştirdiler. Marks’a yeni felsefi akrabalıklar yarattılar. Marks’ı öncelikle bir düşünür yaptılar. Marks’ı Marks yaptılar. Stalin’i de Stalin kalmaya mahkûm ettiler. Marks’a sahip çıktılar. Marks’ı yaşattılar. Marks’ı tetiklemecilerden, tetikçilerden korudular. Marksist partiler Avrupa demokrasisinde var olabildi. Hatta zaman zaman da iktidara çok yakın durdu. Ne olduysa oldu, ama sonunda Marks, Avrupa’nın her yanına sinmiş bir filozof oldu. Bunu da yerden göğe kadar hak ediyordu.

Bu sayede Marks, şimdi Marksist olmayan filozoflarda da yaşayabiliyor. Dünya kültürünün derin bir parçası olabiliyor. Ve kimseyi korkutma ihtimali de artık pek bulunmuyor. Berlin Duvarı yıkıldı diye değil. Avrupalıların korkabilecekleri zaman korkmamayı tercih etmesi ve ‘düşünürlerinin’ jip peşinde koşmak yerine gece gündüz kafa patlatması sayesinde.

Korkmayı ve korkutmayı tercih eden amip ‘kültürler’ ne yaptı bu devirde? Amerika bütün dünyada komünist avına çıktı. Sovyetler Marks’tan Stalin kadar nefret eden bir nesil yetiştirdi. Biz ne yaptık? Kendinden başkasına gücü yetmeyen süper gücüz ya, biz de memleketi yaktık, yıktık, koskoca bir ormanı kuruttuk.

İşte o yıllar, Amerikalı olmaktan, Türk olmaktan tarifsiz utanç duyulan yıllardı. Avrupa’nın haklı gururunun da maalesef kibre dönmeye başladığı yıllar. Hitler’in verdiği derin vicdan azabını kibrin şehvetiyle dengelemeye başladığı yıllar.

Evet, Avrupa’nın gururu artık kibir oldu. Amerika’nın utancı ise hâlâ devam ediyor. Şimdi de İslamofobia olarak devam ediyor. Bizim utancımız da hep Amerikan malıdır. Bizim utancımız da İslamofobia olarak devam ediyor.
Ama Amerika’ya karşı olmak başka, onu küçümsemek başka. Amerika zamanın şuuruna hâkim. Irak’ta yaptıklarını bütün Müslüman âleminde tekrarlayamayacağını, bunu 2008 yılında, dünyanın uydudan açılmış gözleri önünde beceremeyeceğini biliyor. Amerika bu yüzden, Marks’ın Avrupa’da derinleştirilerek kabulü gibi, İslamın da Türkiye’de derinleştirilerek kabul edilmesi fırsatına FİT OLUYOR. Zamanında Marks için Avrupa’yla yaptığı uzlaşmayı, bu kez de İslam için Türkiye’yle yapmak ZORUNDA KALIYOR.

Bu da bana fena halde uyuyor. Çünkü ben vatanını satan neo-liberal bir o.... çocuğuyum. Ananızı babanızı bilemem, ama aynı şeyi size, şiddetle tavsiye ederim.

Posted at zaman: 11:01 on 7 Temmuz 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Taraf’taki son günüm...

Türkiye’de yazmak tehlikeli bir iştir, tehlikeli değilse işten bile değildir.

Yalnızca siyasi tehlikelerden söz etmiyorum. O, bu işte peşinen vardır. Siyasi tehlikenin haritası son derece bellidir. Belirlidir. Belirlenmiştir.

Ama bir tehlike daha var. Mesela ben yazdığım oldukça kısa süre içinde, yalnızca ve yalnızca yazdıklarım yüzünden iki ‘arkadaşımı’ kaybettim. Nikâh şahitliğini yaptığım iki arkadaştan söz ediyorum. Zaten iki kez nikâh şahitliği yaptım.

İşte bu ikinci tür bireysel tehlikelerin mayın haritası ise son derece belirsizdir.

İlk harita ne kadar belirliyse, ikincisi de tam o kadar belirsizdir. Çünkü ilk tehlikeyi var eden, ve bu kadar belirli kılan, ikinci haritanın belirsizliğidir.

‘Çok belirli’ tehditlerin hiç ‘belli olmayan’ destekçileri de olmasa, bu tehditler bu kadar uzun süre etrafta fink atabilir mi? Demokrasinin kendine ‘demokrat’ diyen köstekçileri de olmasa, demokrasi kendini 2008 yılında Kaf dağının ardına gizleyebilir mi?

Türkiye’deki abartılı köşe yazarlığı vakasının ne demeye geldiğini anlamaya çalıştım uzun süre. Bir kaç klişenin ötesine ben de bir türlü geçemedim. Derken birden dank etti. Fark ediverdim ki, köşe yazarının pek abartılı kıymetinin tek bir nedeni var. Altındaki imza. İmza atabilme ‘küstahlığı’.

Bu memlekette yazı yazmakla, imzalı yazı yazmak arasında banyoda şarkı söylemekle stadyum konseri vermek kadar fark vardır.

Bir yazının altına imza atabiliyorsan köşe yazarlığı için gerekenin yüzde 50’sine sahipsindir.

Bu Türkiye’de çok ama çok ilginç ve dolayısıyla seyirlik bir durumdur, çünkü bir ‘bireyi’ andırıyordur. Birey her şeyden daha nadir bir şeydir Türkiye’de. Bırakın bireyi, ‘bireyimsilik’ bile çok nadirdir.

Çünkü faşist bir kültürüz.

Tamam tamam peki faşist değiliz, artık otoriteriz. Otoriter deyince pek rahatlıyor nedense birileri. Faşist kötüdür de, otoriter iyi bir şey midir? Bence otoriter faşistten beterdir. Bir kere çok çok daha uzun ömürlüdür. Ve daha görünmezdir. Ve daha az tepki uyandıran bir dili, daha iyi uyutan masalları vardır.

Ve otoriterin en büyük korkusu kendine faşist denmesidir. Yani otoriterliğinin altının çizilmesi, otoriterliğinin görünür kılınmasıdır. Kepazeliğinin, ikiyüzlülüğünün yüzüne vurulmasıdır. Beni siyaset bilimi ilgilendirmez. Beni ilgilendiren iletişimdir, siyasettir. Otoritere faşist dediğim zaman siyaset bilimi yapmıyor olabilirim, ama siyaset yapıyorum. Binbir peçe ardında saklı duranı görünür kılıyorum, o kadar.

Dönelim köşe yazarına, dediğim gibi eğer bireyimsiysen, ön bireysen, taşeron bireysen yani, köşe yazarı olarak iş aramaya başlayabilirsin. Bulursan, bir bakmışsın bir Fatih Altaylı, bir Ertuğrul Özkök bile olmuşsun. Hem “büyük” gazeteci, hem de ‘köşeci’ olmuşsun.

Bu yüzde 50’ye bir yüzde 10 daha katarsan ‘aranan’ köşe yazarı olursun. Hülya Avşar gibi bir şey olursun. Vasatiliklerin vasati olmayan bir toplamı olursun. Sanki vasat değilmiş gibi olursun. Otorite bunu ister. Üstüne halkın da bunu istediğini söyler. Halkı böyle ‘kucakladığını’ iddia eder. Fena halde kucaklar da.

Buna bir yüzde 10 daha ilave et, aman aman, bireye benzemeye başlamışsındır. Arkadaşlarından ‘seni düşünen’ birileri senle bir abi, bir baba gibi konuşmaya başlarlar. Şuurunu kaybettiğini düşünürler. Seni itidale davet ederler. Bir yüzde 10 daha koy, o arkadaşları da kaybedersin.

Bir yüzde 10 daha koy. Mesela Perihan Mağden olursun. Arzusuz aşkın ve arzulu nefretin objesi olursun. Ne kazanırsan kazan, bu yükü tazmin etmez. Yüzde 90 bireysindir artık. Geçmiş olsun.

Ama o geriye kalan yüzde 10 var ya, o her şeyden önemlidir. Onu geçebilen, patırtısız gürültüsüz geçilmesine izin veren medeniyetler, dünyayı da yönetirler, kendini yönetmeyi beceremeyen seni de yönetirler. Çünkü gelecek denen kitapsızı ancak onlar karşılayabilirler.

Ve fakat, o sınırı Türkiye’de geçersen Hrant gibi ensenden vurulursun. Nokta gibi, Alper Görmüş gibi bol seyircinin, pardon ‘gazetecinin’, gözü gönlü önünde yağmalanırsın, linç edilirsin.

Ya da kimbilir, artık belki de zamanı gelmiştir. Taraf gibi hâlâ ayakta ve herkese açık durmayı başarabilirsin.

Taraf bu sınırı çoktan geçti. Taraf bir gün Türkiye’nin köşe yazarlığı müessesinden ilk kurtulan gazetesi olacak. Bence oldu bile, yalnızca bunu idrak etmesi zaman alacak. İdrak ettiği gün, benim Taraf’taki son günüm olacak. Gazeten senin önünde gidiyorsa, köşe yazarlığı çok zor bir iştir. Hatta bir gün gelir, imkânsız olur.

Ama o gün, çok güzel bir gündür. Bireyin köşe denen teşhir kafesinden azat edildiği gündür. Yaşamaya başladığı gündür. Bir vicdani retçinin mesela, Türkiye’deki gelmiş geçmiş bütün köşe yazarlarına bedel olduğu gündür.

O gün, hayatı kazanmaya başladığımız gündür.

Posted at zaman: 11:00 on 5 Temmuz 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Biraz vicdan yürütelim

Cunta pisliğinden temizlenmiş yepyeni bir anayasa olmadan, Türkiye meşum ‘dokunulmazları’ doğru dürüst yargılayamaz. Bunu artık hepimiz it gibi biliyoruz.

Amma ve lakin ‘dokunulmazlarla’ hesaplaşmadan da, yeni bir anayasa mümkün olmuyor. Bunu da kafamıza vura vura öğrettiler.

Türkiye bu feci fasit dairede fena halde sıkışmıştır. Türkiye’nin bütün demokratik değişim imkânlarının önü yargı tarafından kesilmiştir. Türkiye bir ucube noktaya gelmiştir.

Evet, yerden göğe kadar doğrudur. Ergenekon’a karşı mücadele hukukun olamadığı bir Türkiye’de verilmektedir, ve umut ederiz ki verilmeye de devam edecektir. Çünkü hukukun olmadığı yerde mücadele biter diye bir şey yok.

Hukukun olmadığı yerdeki mücadele kaçınılmaz olarak vicdani bir mücadeledir. Bu mücadelede nihai hükmü, kredibilitesini tamamıyla kaybetmiş Türk yargısından önce halkın vicdanı verecektir. Bu kadar basit. Buna kendinizi alıştırın. Bu bir halk mahkemesidir. Böyle sözler birilerini korkutuyor biliyorum. Ama hukuku, olduğu kadarcığını bile, dünya âlemin gözü önünde, 2008 yılında, büyük bir küstahlıkla yok ederseniz, geriye iki seçenek kalır. Ya hukuksuzluğunuzu ilelebet meşrulaştırır, özlediğiniz cuntaya kavuşursunuz. Ya da hukukun olmadığı yerde mecburen eninde sonunda halkın vicdanına doğrudan başvurursunuz. Başka seçenek bırakmadınız.

Ergenekon, bir davadan ziyade bir mücadeledir, silahlı bir örgüte karşı yürütülen silahsız bir mücadeledir, halkın silahsız mücadelesidir. Halkın dokunulamazlara karşı verdiği vicdani mücadeledir.

Bu mücadeleyi bir mugalâtaya çevirmeye çalışan bir garip vicdan türü var ki, bunlar ekmeğini taştan çıkarır. Şimdi ‘benim yargım senin yargın’ ikileminden ekmek yemekteler.

Parti kapatma davası temelinde gazete kupürlerinden oluşmuş, açık ve net olarak bir fikir ve ifade özgürlüğü davasıdır. Hiç bir ‘muasır’ demokrasinin hazmedemeyeceği bir davadır. Bir ‘velev ki’ davasıdır. Farazi bir davadır.

Ergenekon davası ise bir el bombası seri numarası davasıdır. Hakikiliği tescil edilmiş bir cunta günlüğü davasıdır. Cinayet davasıdır. Silahlı örgüt davasıdır.
Evet, memlekette hukuk yok. Benim de bundan kuşkum yok. Ve/fakat hukukun yokluğu adalet duygusunun bütünüyle yok olmasını, hepimizin tamamıyla şüpheye gark olmasını getiriyorsa, vay halimize, hepimize geçmiş olsun.

Hukuk yoksa kendine bir başka ülkenin, bir başka medeniyetin hukukunu referans alırsın, vicdani kararını ona göre verirsin. İster Avrupa’yı seçersin, istersen ‘faili meçhul’ demokrasileri referans alırsın. Mesela Rusya ve Çin’i. Ama yine de iki davayı aynı kefeye koymazsın. Koyamazsın. Türkiye’de hukuk olsa da koyamazsın, olmasa da koyamazsın.

Ama birilerinin çok ama çok pratik vicdanı nedense böyle işliyor. Mutlak işliyor. Totaliter işliyor. Belirsiz bir ihtimalle, kanlar içinde yerde yatan bir gerçeği aynı kefeye koyabiliyor. Bir ‘kelimeyle’ bir el bombasını aynı terazide tartabiliyor.

Kapatma iddianamesinin her kelimesi tartışmaya açık. Çünkü iddianame kelimeleri yargılayan kelimelerden oluşuyor.

Diğer iddianameyi, Ergenekon iddianamesini henüz görmedik ama, şu kadarını biliyoruz, bu dava benzer iddialarla yürüyecek bir dava değil. Tabiatı gereği böyle değil. Bu insanlar ortaya bir iki cuntacı kelime salladıkları için içeride değil. Yoksa bu davanın baş aktörleri Baykal, Büyükanıt ve CHP olurdu. Ergenekon davası bir ‘niyet okuma’ davası değil.

Kimsenin kuşkusu olmasın, Ergenekon iddianamesinde pozitif kanıtlar yoksa, el bombası seri numaraları yoksa, bilgisayar uzmanlarının görüşleri yoksa, gizli bir örgütün varlığını tescil eden ifadeler, kayıtlar yoksa böyle bir dava zaten yoktur.

Bu dava için siyaset bilimcilerin, dilbilimcilerin, filozofların, fütürologların görüşünü almaya gerek yok. İlla bilirkişi görüşü isterseniz, ‘gazetecilerin’ bilip de söylemedikleri yeter. Bilip de söylememeleri ise yeter de artar bile.

Ergenekon davası cesetler üzerinden yürüyor. AKP davası niyetler üzerinden.

Niyetle cesedi aynı kefeye koyan vicdan, halkın vicdanı değildir. Halk, çocuğunun muhtemel niyetiyle kanlar içindeki cesedini aynı kefeye, aynı kefene koymaz. Koysaydı, neslimiz çoktan tükenmişti.

Halk hükmünü vermiştir. Niyetle cesedi bundan böyle aynı terazide tartmayacaktır. Bunun ötesinde halk çok sakin ve itidallidir. Yeni bir anayasayı beklemektedir. O kadar.

Posted at zaman: 11:06 on 3 Temmuz 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 1 yorum   | Filed under: ,

Demokratın histerisi

Yabancı dil insana bir serbestlik, dahası başıboşluk hissi verir. İkinci dili İngilizce olanlar mesela, ‘fuck’ kelimesini büyük bir fütursuzlukla kullanırlar. Çünkü bu kelimenin onlar için yalnızca anlamı vardır, bir referansı yoktur. Bu kelimeyi daha çocukken ilk telaffuz ettiklerinde ağır bir tepkiyle karşılaşmamışlardır. Suratlarına okkalı bir tokat yememişlerdir. Bir bedel ödememişlerdir. Bu kelime onlara bedavaya gelmiştir. Anadilinin kuzuları, bir bakmışsınız yabancı dilde bitirim kesilmiştir.

Demokrasinin dili de bize yabancı bir dildir. Demokrasi kelimesi tam da bu yüzden, ‘iyi çocukluk’tan feragat gerektirmeden herkesin sükûnetle ve itidalle kullanımına açıktır. Bedavaya demokratlık ortalığı germez. Bedavaya ‘fuck’ gibi.

Ve bedavaya demokrat diğer demokrat ‘dostlarına’ sürekli sükûnet çağrısı yapar. Gerginlikten yakınır. Histeriye gerek yok arkadaşlar. Sakin olalım. Yavaş yavaş.

Peki diğer demokrat niye histeriktir? Niye ortalığı birbirine katmaktadır? Hasta mıdır?

Buyurun hadi Şerif Mardin’in istediğini yapalım. Biraz ahlâk tartışalım.

Soru. Mesela zinanın ölümle cezalandırıldığı bir ülkede demokrat bir gazeteci zina haberi yapar mı?

Haberin ehemmiyeti ne olursa olsun basit bir zinacıyı ölüme, yok olmaya götürecek bir ihbarda bulunur mu?

Valla insansa yapmaz. Demek demokrasinin olmadığı yerde insan, hem insan hem gazeteci olamıyordur. Gazeteci, ya insanlık adına mesleğine ihanet ediyordur. Ya da mesleği adına insanlığa. Eli kolu bağlanıyordur. Vicdanıyla iş ahlakı arasında hareketsiz kalıyordur. Bu çok ağır bir ikilemdir. Çok acil bir sorundur. Bu kimi insanı, kimi gazeteciyi nefessiz bırakır, boğar. Ve isyan ettirir. İşte bu histerinin başlangıcıdır.

Gazete kupürleriyle bir iktidar partisine kapatma davası açılan bir ülkede, bu iddianameye bir iki kupür daha ilave edecek haber yapılır mı? Demokrasi eğer anadilinizse, bunun vicdani yükünü hissedersiniz ve yapmazsınız. Eğer demokrasi yabancı dilinizse, yaparsınız, hem de dava açıldığının hemen ertesinde yaparsınız. Bunun adını da ‘objektif, demokrat gazetecilik’ koyarsınız.

Tıpkı bir asker gibi ‘prensipleri’ ahlaka ve vicdana tercih edersiniz. Oysa yalnızca haberin doğruluğunu değil, haberin özgül ağırlığını da bir gazeteci olarak kontrol etmek zorundasınızdır. Hafif bir haberin hafif kalması, haberin doğruluğunun olmasa bile hakikatinin bir parçasıdır.

Bu haberi yapmayan, yapamayan gazeteci demokrasi hususunda tabiatıyla acilci olacaktır. Eli kolu vicdanen bağlanmıştır. Bir an önce ellerini çözmek isteyecektir. Histeri yaratacaktır.

Oysa, bu haberi yapan gazetecinin indinde demokrasi bir süstür. O zaten serbesttir. Demokrasiyle ilgili ‘larj’ olacaktır, itidalli bir dil tercih edecektir, gerginlikten, histeriden uzak duracaktır. Demokrasinin yokluğu ona dokunmamaktadır. O her ortamda ‘objektif gazeteciliğini’ icra ediyordur. Onun küçük bir haberiyle birinin boynunu uçurmuşlar ne fark eder? Biraz sabredersek birkaç eksik kelleyle de olsa, demokrasi gelir nasılsa.

Bir başka örnek. Haber. AKP Taksim’i 1 Mayıs’ta işçilere kapattı. Demokrasinin olduğu bir yerde bu haberin anlamı açıktır. AKP babadan kalma bir işçi düşmanıdır. Ama bugünün Ergenekon’lu, darbeli ikliminde, biri gelir ve size AKP’yi korkuttular, bu sudan ucuz popülist fırsatı kaçırttılar derse, şüpheye düşmek zorunda kalırsınız. Öte yandan Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki aniden iktidarlı ve küstah çıkışlarına, valinin joplarının şehvetine bakarsınız, AKP’nin Taksim’i sadist bir zevkle kapattığını da rahatlıkla düşünebilirsiniz.

Ve/fakat, demokrasinin olmadığı bir memlekette, hiçbir zaman bu haberin gerçeğine vâkıf olamazsınız. Habere anlam katamazsınız. Haber yalnızca harflerden ibaret kalır. Enformasyondan habere, harflerden anlama, muammadan gerçeğe geçemezsiniz. Bu durumdan sıkışır, bunalırsınız. Acil demokrasi talep edersiniz. Histeri yaratırsınız.

Demokrasi yoksa gazetecilik de yoktur. Gazeteciliğin olmaması birilerinin paniğe kapılmasına neden olur. En büyük paniğe, histeriye kapılan da sanırım gazeteci olan, gazeteciliğe inanandır. Sakin olanların asıl işinin ne olduğunu bence hepimiz her gün merak ediyoruz.

Demokrasinin dili, tabiatı gereği histeriktir. Bir bebeğin dili gibi. Çünkü talep ettiği çok temel bir ihtiyaç maddesidir. Bebeği doyurmak için önce susmasını, sakinleşmesini beklerseniz, bebeği öldürürsünüz.

‘Prensiplerinizle’ yaptıklarınızla ve yapamadıklarınızla, görünen o ki, öldürmeye de niyetlisiniz.

Posted at zaman: 10:35 on 30 Haziran 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Yeni Aristokrasi

Bebeklerinin ismi artık Aleyna’dır, Melisa’dır, Alisa’dır. Onlar aslen buralıdır. Ama onlar artık buranın yerlisi değildir. İsimleri konvertibiliteye açıktır. Bu çocuklar mutlaka dünya standartlarında eğitim alacaktır. Bu eğitim dünyadakinin 10 misline patlasa bile. Anayı babayı pahalısından memur, ucuzundan esir etse bile. Yaşadıkları ülkede devlet, bırakın ilköğretimi, üniversitede bile doğru dürüst eğitim vermiyormuş, ne gam... Bu onların değil, ‘yerlilerin’ meselesidir.

Artık tüketmek için İngiltere’ye, Fransa’ya gitmeleri gerekmiyordur. Avrupa, Türkiye’nin Batı kültürü üretmeden Batı kültürü tüketme arzusunu çok iyi kavramış ve onun ayağına gelmiştir. Haute Couture markaların üzerine uydudan eş-anlı Amerikan dizilerini, bir iki İstanbul festivalini ve İstanbul’un Batı’yı şaşkınlığa düşüren gece hayatını ekle, iş bitmiştir. İstanbulizm. You really feel at home.

Onlar artık tescilli Batılıdır. Bu yalnız ve güzel memlekette kendilerine tatlısıyla acısıyla dört dörtlük bir ‘expatriot kültür’ tesis etmeyi sonunda başarmışlardır.

Sömürgeci expatriot’un kültürü fena halde kıyakçı bir kültürdür. Batılı olmanın sorumluluğuna sahip olmadan Batılı olmanın ayrıcalıklarına sahip olmaktır. İnsan bunu ancak memleketinden uzak, güzel ve yalnız bir ülkede yapabilir. Yaşanan acılardan ve geçmişten kendinizi sorumlu hissetmediğiniz, ama ülkenin geleceğinde söz sahibi olduğunuz bir yerde. Gelecek söz konusu olduğunda ‘expatriot’ yerlidir, geçmiş söz konusu olduğunda ise yabancı. Ne kıyak di mi?

Expatriot’un siyasi görüşü kendi ülkesinde geçerlidir. Kendi ülkesinde demokrattır mesela. Ama kolonide faşist olabilir. Çünkü ‘expatriot’ anavatanının siyasetiyle ilgili hayalci olabilir, ama koloninin antropolojisinde ‘gerçekçi’ olmak zorundadır.
Zaten ‘gerçekçi’ olmak onun bizzat işidir. Hayatını böyle kazanır. Aynı ‘gerçekçilik’ Batı’da para etmez, o da zaten bu yüzden buradadır. Burada, kolonide, beş para etmez ‘gerçekçiliğini’ pazarlamaktadır.

Hem gerçekçi hem hayalci, hem ilerici hem muhafazakâr, hem demokrat hem de faşist olmayı aynı anda başaran ‘expatriot’, herkesten çok soydaşı Batılı demokrattan nefret eder. Çünkü bu küstah demokrat, hiç bilmeden ahkâm kesmektedir. Hiç anlamadan akıl vermektedir. Ayrıca burası o ‘yabancı demokratın’ değil, artık onun ülkesidir. (İşte ‘expatriot’ aniden yine yerli oluverdi.)

‘Expatriot’ kendi geleceğiyle yaşadığı ülkenin geleceğini aynı gelecek olarak görmez. Bu iki geleceği itinayla birbirinden ayrı tutar. Onun ve torunlarının ‘ayrıcalığı’, bu iki geleceğin birbirinden ‘ayrı’ olması üzerine kurulmuştur.

Globalizm sanki Türkiye’de bazılarını kendi anavatanında ‘expatriot’laştırıyor. Ayrıcalıkları sabit bir burjuvaziyi kör bir aristokrasiye dönüştürüyor. Müthiş bir kavram kargaşası yaratıyor. Siyasi bölünmelerde ırkçılığın söylemini taklit etmek imkânı veriyor. (Türbanlı türbansız bölünmesi kuvvetli ırkçı nameler taşıyan bir bölünmedir.)

Bu denemeyi TÜSİAD’ı ve onun uzak-yakın çevresindeki zihniyeti anlayabilmek için yazıyorum. Yüzde yüz Batılı gibi olmaya gayret edenlerin niye Batı konusunda ayak sürüdüğünü kavramak, niye AB ve demokrasi konusunda bir türlü samimi olamadığını görebilmek için yazıyorum.

Hem demokrat, hem faşist, hem şehvetle Batılı, hem hiddetle Batı düşmanı olabilme hali anlaşılması zor bir şizofreni. Bir ülkenin en Batılı semtlerinin (Etiler, Nişantaşı mesela) seçimlerde Batı’dan uzaklaşmayı en çok kafasına koymuş partiye, CHP’ye oy vermesi biraz fazla manidar.

Bu insanlar Batılı hayat tarzından vazgeçecek insanlar değil. Ama Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmakta bir sakınca görmüyorlar. Batılılığı bir ayrıcalık olarak yaşamak istiyorlar. Kendi anavatanlarında bir ‘expatriot’ gibi yaşamak istiyorlar, bunu tercih ediyorlar. Türkiye’nin Batı’yla yegâne ve ayrıcalıklı bağının kendileri olmasında diretiyorlar. “Yerlileri” bu işe karıştırmaktan hoşlanmıyorlar.

Sanki buralı değiller de, Türkiye’de yaşayan birer Sarkozy, birer Merkel’ler. Türkiye’de yaşayan Avrupa kökenli koyu Hıristiyan demokrat bir ‘expatriot elit’ eğer varolsaydı, aynı onlar gibi davranırdı. Türkiye’yi sürekli kol mesafesinde tutup, ne Avrupa tarafına, ne de başka tarafa salardı.

Söz konusu seçkinler, sevinci, tasası ve Amerikan pazarıyla eskiden Sovyet seçkinlerini andırıyordu. Şimdi devir değiştikçe sanki Güney Afrika seçkinlerini hatırlatıyor. Garip. Çok garip.

Posted at zaman: 11:40 on 28 Haziran 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Mucizeler İttifakı

Maç çevirecek kalitede futbolcular + Değerini Türkiye sığlığında değil dünya derinliğinde idrak etmeyi kafasına koymuş dikkate şayan bir teknik direktör + Futbola yapılan onca yatırım + Başarıya duyulan açlık + Dünya piyasasında fiyatını yükselteme fırsatı = Yarı final. Belki de final.

Ve mucizeyle uzak yakın alakası olmayan bu sonucu, bir ‘Çılgın Türk’ mucizesi olarak sunmaya çalışan ucube Türk basını.

Bu denklemde ortada akıldan uzak bir şey varsa, o da Türk medyasıdır. Madem Allah’ın 70 milyon seçilmiş kulu ve onların iman gücü mucizelerin kudretiyle donatılmıştı, 20-30 yıl evvel bu kudret neredeydi?

Türk futbolu mucizelerden çok uzakta yaşıyor artık. Ama gelin görün ki, Türk medyası hâlâ kıçını omuzlarının üzerinde gururla taşıyan bir ucube olmaya devam ediyor.

Bu medyanın zihninde Erke Dönengeçi’yle Türk futbolu arasında hiçbir fark yok. Dahası, olmamalı da. Pozitif olanı imana tahvil eden, imana dair olması gerekeni pozitivizmle kırıp bozduran ruh hali, ruhban hali...

İşin garibi laf Türkiye’ye gelince, Avrupalı da aynı muhabbete bayılıyor. Aynı sularda serinliyor. Türk mucizesi diyor, onlar da. Ne mucizesi ulan!..

Bu ‘mucize ittifakı’na dikkat edin. Bu mucize çarşafında Avrupa’yla Türkiye’nin birbirini şehvetle okşamasına dikkat edin. Çünkü AB’ye girmeyi önemsiyorsanız, Avrupa ve Türkiye’yi hiç çıkmak istemedikleri bu sado mazo faşist yataktan çekip çıkartmak için çok ama çok uğraşmanız gerekecek.

Demokrasinin dilinde birbirine yaklaşamayan Avrupa ve Türkiye, mesele Türk Futbolu olunca, birbirine yumuluyor ve dillerini sado mazo bir arzuyla birbirine doluyor.

İşte Avrupa faşizanlığıyla Türk faşizanlığını, Avrupa gericiliğiyle Türk gericiliğini, Avrupa kavimciliğiyle Türk milliyetçiliğini bir araya getiren müstehcen ittifak. Mucizeler İttifakı.

Faşizan ittifaklarda kaçınılmaz olarak sadist ve mazoşist taraflar mevcuttur. Yalnız ve güzel taraf, mazoşist taraftır. Kader kurbanıdır. Ama güzeldir ya, Tanrı ondan yanadır. Mucizeler ondan yanadır. Sadist taraf da bunu seve seve kabul eder. Mucizeler senin olsun güzelim, hakikat de benim. Ben seni hakikatle ezerim, sen de beni mucizelerle hırpala. Ben seni 39 yıl döverim, ben sadoyum, sen de beni 40 yılda bir, sen de nasılsa mazosun. Ben seni hakikatime kabul etmem, sen de beni mucizene kabul etme.

Aslında Avrupalı Türk’e şöyle demektedir. Sen kendini mucizelerin hakikiliğine inanarak aşağıla, ben de kendimi hakikatimin mucizevî olduğuna inanarak yücelteyim.

İnsan ruhunun karanlığında mazoşizm yosun gibi ortalığı sarmasa, sadistlik neyle beslenir. Mazoşistin varlığı olmasa, sadist ne kadar da yalnız ve çirkindir. Avrupa’nın milliyetçisi Türk milliyetçisinin varlığına duacıdır.

Mucizeler İbrahimî dinlerin ‘pagan’ yanıdır. Mucizeler, Tanrının ‘kendi yarattığı’ dünyaya inip taraf tuttuğu, taraf tutmanın ötesinde meseleye bizzat müdahale ettiği anlardır. İlk yaptığı müdahale adilâne görünebilir, deniz yarılır, kurtuluş yolu açılır. Ama sonra bir bakmışsınız kurtulanlar kendini Tanrının seçilmiş kulu ilan etmiş. Onlar da haklı. Deniz önümde yarılırsa, ben de kendimi seçilmiş hissederim. İbrahimî dinlerin birbiriyle mücadelesi, seçilmişlerin mücadelesidir. Her biri bir başka türlü seçilmiştir. Medeniyetlerin ya da dinlerin mücadelesi değildir bu. Aynı medeniyetin içinde cereyan eden acımasız bir ‘seçilmişlik’ mücadelesidir. Mucizelerin mücadelesidir.

Müslümanlık peygamberini ve inancının temelini mucizelerden büyük bir incelikle uzak tutsa da, kültüründe mucizelerden zerre kadar uzak durmayı başaramamıştır. Ne de olsa temelinde aynı İbrahimî kültür.

Dine karşı ‘mesafeli’ olmayı seven cumhuriyet kültürümüz de, nedense din kültürü içinden en faşizan şeyi, mucizeleri çıkarıp başımıza taç etmeyi bilmiştir.

Avrupalı kavimciyle Türk milliyetçisinin ittifakı tatlıdır. Avrupalı büyük ve kalıcı mucizenin sahibidir. Onun seçilmiş çocuğudur. O ‘mucizenin’ adı, Batı Medeniyeti’dir. Burada Türk’e yer yoktur. Ama şu Çılgın Türkler yok mu, onların da kendi mucizeleri vardır. Sen onun küçük mucizelerine bulaşma ki, o da senin büyük mucizene bulaşmasın.

İşte bu yüzden Avrupa, en az Türkiye’nin ona muhtaç olduğu kadar Türkiye’ye muhtaçtır. Büyük Mucize’den kurtulmak için muhtaçtır. Ruhunun derinliklerindeki faşizmden kurtulmak için muhtaçtır. Avrupa Kültürü seçilmiş insanlara bahşedilmiş bir mucize değildir. Avrupa Kültürü, dışardan naklettiği kanı da hesaba katmayı unutmazsak, insanlığın eseridir.

Futbola gelince, futbol masumdur. Daha da önemlisi, futbolun masum olduğuna inanmayanın bunları tam da bugün böyle görebilmesi imkânsızdır.

Posted at zaman: 11:00 on 26 Haziran 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

İleri gitmek...

Taraf ne yaptı? Taraf yine ileri gitti.

İleriye gidince karşınıza kim çıkıyor? Asker çıkıyor. Bunu herkes biliyor mu, biliyor.

Ama tam ne kadar ileri gidince karşınıza asker çıkar, bunu bilmezler. Bilmek istemezler. Askerin üzerine gidince, asker bugün ne kadar geriler, yarın ne kadar üstünüze ilerler, bunu bilmezler. Bilmek istemezler.

Bunu askerin üzerine gidebilen bilir. Ve bunu, bütün ülkeye bildirir. Bu çok önemli bir bilgidir. Bu siyasetin topolojisidir. Bir harita gibidir.

İleri gitmekten hoşlanmayan ‘demokratlar’ kimlerdir? Onlar yerinde duran ‘gerçekçi’ demokratlardır.

İleri giden demokratla yerinde duran ‘demokrat’ arasındaki mücadelede, laf döner dolaşır tek bir kelimeye iner. ‘Gerçekçiliğe’.

Dikkat. Yerinde duran ‘demokratın’ gözünde ileri giden demokrat ‘gerçeğe’ ihanet etmiyordur. ‘Gerçekçiliğe’ ihanet ediyordur.

Bir insan gerçeğe ihanet etmeden, gerçekçiliğe nasıl ihanet edebilir? Bu da daniskasından felsefi bir mevzudur. Yani, hakiki siyasi tartışma budur.

Ama en temel felsefi sorunun, “Ben kimim” diye değil, “Sen benim kim olduğumu biliyo musun” diye sorulduğu bir ülkede, felsefenin sınırları siyasetin çok gerisindedir. Bunun da vahim sonucu çok basittir. Ağır anlam kaymaları. İkiyüzlülüğe çok elverişli bir iklim. Kendine yalan söyleyebilmenin ve kuruntunun bütün imkânlarına açık bir ortam.

Marx ve din olmasa bu memlekette felsefeye giriş yoktur. Hoş, ikisi de Türkiye’de felsefeye arka kapıdan girmiştir. Ama en azından girmiştir.

Marx’ın ‘teslim olma!’ kapısından girenler arasında felsefenin kalbine kadar telef olmadan ulaşabilen az da olsa, mevcuttur. Dinin ‘yalnızca O’na teslim ol!’ kapısından felsefeye girenlerden kaç kişi nereye ulaşabilecek, fırsat verirsek, onu da zaman gösterecek.

Kemalizmin pozitivist kapısı ise iğne deliği kadar dar tutulmuştur. İçgüdüsel bir zekâyla, siyasetten önce, topluma felsefe yasaklanmıştır.

Çünkü felsefe, siyasetin ta kendisidir. Batı’da siyasi kavramların anlamını, içeriğini, içeriklerinin ne kadar zorlanabileceğini, yani sınırlarını, önce felsefe belirler. Siyasetin ortak dilini felsefe kurar. Böylece iyi kötü bir anlam birliği oluşur. Ve tartışma tartışmaya benzer.

Felsefesizliğimiz, Şerif Mardin’in dediği gibi bir ihmal, bir beceriksizlik midir? Yoksa felsefesizlik, askerin ‘felsefesi’ midir?

Askerin düşüncesi felsefenin yerine stratejiyi ikame eder. Ahlakın yerine de prensipleri. Bu askerliğin tabiatındandır. Çünkü asker sürekli savaşa hazırdır.

Çok gariptir ama, bütün terminolojisini askeriyeden alan reklamcılık da aynı felsefesizliğe sahiptir. Reklamcılığın da ahlakı yoktur, prensipleri vardır. Felsefesi yoktur, stratejisi vardır. Çünkü sürekli bir ‘kampanyası’, yani savaşı vardır.

Murat Belge geçen gün köşesinde bir reklamın niyetini sorgularken, reklama epey mesafeli bir insan olmasına rağmen, gerçeği tam ensesinden yakalamış. Evet, reklamcı mümkün olan bütün imkânları kullanır. Çünkü reklamın ‘amaca yönelik prensipleri’ öyle öndedir ki, bir türlü sıra ahlaka, felsefeye gelmez. Gelemez.

Askerimiz bundan böyle bir ‘reklamcı’ gibi çalışacaktır. Yeni darbe modeli budur. Taraf gazetesi de onun strateji ve piyar planını ele geçirmiş ve bütün dünyaya teşhir etmiştir. Siyasetimizin yeni topolojisini, haritasını gözler önüne sermiştir.

Bir zamanlar bir Çinli’nin demokrasi mücadelesiyle ilgili hiç bitmeyen bir yazı okumuştum. Öyle yalnız, öyle ileri giden bir demokrattı ki, ailesi ve çevresinin gözünde bir meczuptu. Hayatının çoğu da hapiste geçti.

Ama bakın bir başka Çinli demokrat onun için ne diyor. “O bir barometre gibiydi. Ona bakıp anlayabiliyorduk, bu toprak mecbur kalınca ne kadar demokrasi kaldırabiliyor. O bizim haritamızdı. Özgürlüğün sınırları onun sayesinde görünür hale geliyordu. Ve sınırlar, ‘yerinde duranların’ sandığından daha genişti. Veya çok farklıydı.”

Sınırları keşif için insanı harekete geçiren siyaset değil, felsefedir. Siyasetin sınırları bir yana, bir coğrafya haritası çıkarabilmek için bile ölümü göze alan insanlar var olduysa, bu sayede oldu.

Son sözüm askere. Evet, Taraf’ın arkasında daha önce hiç görmediğiniz, hiç tanımadığınız bir şey var. Yok ettiğinizi varsaydığınız bir şey. Bir felsefe var. Felsefi bir birlik var. Sizin de felsefeye karşı bir teçhizatınız yok. Bütün teçhizatınız siyasete karşı. Bu felsefe yaşarsa, eninde sonunda askerliğe geri çekileceksiniz.

Ve ancak o zaman, Türkiye’de gazeteciliğin de bir ahlakı, bir felsefesi olacak. Onlar da gazeteciliğe geri çekilecek.

Mücadele, demokratla ‘demokrat’ arasındadır. İleri gidenle yerinde duran arasındadır. Felsefeyle babadan kalma siyaset arasındadır. Bu yeni. Buna artık alışın.

Posted at zaman: 11:00 on 23 Haziran 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Velev ki siyasi simge, niye olmasın?..

Garip ama gerçek. Garip ama gerçek olan şeyler o kadar çoğaldı ki, onların garipliğinden mi şüphe etmek lazım, yoksa gerçekliğinden mi?.. Bu mesele bizi aşar. Bir şüpheciye sormak lazım.

Gerçek olan şu. “Velev ki siyasi simge olsun...” cümlesi bir iktidar partisiyle birlikte bir memleketi dibe götürüyor.

Ve garip olan şu ki, tam da bu cümle, bu ülkeyi kurtarabilirdi, o ‘meşhur uzlaşma’nın temeli olabilirdi.

Ama ne söyleyen ağzından çıkanın, ne de bu cümleye atlayan mağribi, bulduğu malın farkında.

Yargının vicdansızlığına bir yandan da müteşekkir olmak lazım. Vicdanı olanlara hukuk felsefesinin kapısını açtı. İşte size hukukçu olmayan bendenizden amatör bir hukuk yazısı. Hukukta amatörlüğün bu günlerde inandırıcılığı hiç şüphesiz ki çok yüksek. Müsaadenizle bundan istifade etmek istiyorum.

İşte fırsatı kaçan uzlaşama.

Türbanı ‘ancak ve ancak’ bir siyasi simge olarak üniversiteye kabul ettiğiniz takdirde, gerçek kamusal alandan uzak tutabilirsiniz. Böylece aradığınız uzlaşma teminatını da gökte ararken yerde bulmuş olursunuz. Tabii ki iyi niyetliyseniz. Dayatmadan ziyade, hakiki bir uzlaşma arayışı içindeyseniz.

Türban bizatihi bir siyasi simge olduğu için üniversiteden uzak tutulamaz. Ve ancak ve ancak, yine aynı nedenle, eğer bir siyasi simgeyse, devlet dairesinden, ilkokul öğretmeni kürsüsünden uzak tutulabilir.

Aranan teminat bu değil miydi? Ben mi yanlış hatırlıyorum?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının arkasındaki zımni mantık ve teminat da zaten budur.

Medeni dünyada üniversite, her siyasi görüşün özgürce ifade edildiği bir yerdir. İfade özgürlüğü de yalnız konuşmayı yazmayı değil, kendini kıyafetle, sembollerle ifade etmeyi de kapsar. Bizim asker anayasamız bile ne yaptığını fark etmeden, ifade özgürlüğünü özgürlükler kapsamına almıştır.

Avrupa’da türbanı üniversitenin dışına itmek tam da bu yüzden hayal edilemez bir özgürlük kısıtlamasıdır. Türban bizatihi bir siyasi simge olduğu için. Çünkü bir siyasi simgenin üniversiteye girememesi, üniversiteye düşünce özgürlüğü kısıtlaması getirmek demektir, ki bu da, Avrupa’da kabul edilemez bir şeydir.

Ama yine aynı Avrupa, mesela İsviçre’de bir ilkokul öğretmenin okula türbanla gelme hakkını tek kalemde çizip atabilir. Bunun nedeni de temelde aynıdır. Türbanın bir siyasi simge olması.

Yani Avrupa’nın türbanı bazı yerlerden uzak tutabilmesinin koşulu, türbanı üniversiteye, bir siyasi simge olduğunu öncelikle teyit ederek kabul etmesindendir.

Avrupa hukukunun mantığı şudur. Velev ki siyasi simge olsun demeyelim. Basbayağı siyasi simge olsun diyelim. Üniversiteye ‘doğal olarak’ kabul edelim, bunun karşılığında da kamusal alandan, yani siyasi propagandanın özgür olmadığı alandan uzak tutalım.

Özgürlükçüdür veya değildir, ama bu, en azından başı sonu olan bir hukuktur. Ve ortak bir mantık çerçevesinde tartışmaya açıktır.

Türkiye’de ise böyle bir hukuk tartışması fırsatı toplu histeri nöbetleri yüzünden heba olup gitmiştir.

Uzlaşmada samimiysen, niye böyle bir tartışma fırsatının üzerine atlamıyorsun? Tamam kardeşim, madem öyle dedin, öyle olsun, siyasi simge olsun, buyur siyasi simgeni üniversiteye sok. Ama madem siyasi simge olduğunu kabul ettin, oraya veya buraya da zinhar sokamazsın demiyorsun?

Çünkü sen uzlaşma falan istemiyorsun. Asgari bir demokraside uzlaşma, böyle tartışma fırsatları üzerinden ilerler. “Çoğulcu darbeler” üzerinden değil.

Tartışmaya ve uzlaşmaya buradan başlarsak, bir bakmışsınız, üniversite nedir, onu da fena halde tartışmaya başlamışız. ‘Gerçekçi’ hiç kimse de Türkiye’de bu tartışmaya ‘gerçekten’ girmek istemez, di mi?

Ve sen, böyle tartışma fırsatlarını değerlendireceğine, darbeleri normalize etmek, sıradanlaştırmak, meşrulaştırmak fırsatlarının üzerine atlarsan, birileri de senin iyi niyetinden şüphe eder.

Çünkü bütün söylediklerinin arkasında çok ‘karmaşık’, ama bir o kadar da ‘basit’ bir iki cümle vardır.

O bir iki cümle de şudur. Bu ülke çok karmaşık bir ülkedir. Bu karmaşıklığı kimsenin, ama kimsenin aklı alamaz. Ne yaparsanız yapın, ama asla benim hassas ucubeme dokunmayın. İlla değiştirecekseniz, makinenin yağını değiştirin, ama sakın daha fazla ileri gitmeyin. Çünkü bilmiyorsunuz. Bu ucube makineyi icat eden bile artık bunun nasıl işlediğini unutmuş, siz gafiller, nereden bileceksin?..

İşte size, sakın elleşmeyin, makine bozulur, demokrasisi.

Makineye ‘yeni yağ’ devrimi. Radikal bir hamle.

Posted at zaman: 11:35 on 21 Haziran 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Atatürk'ün Onur'u

Vicdanı zaaflarının gerisine düşmüş insan, en tehlikeli insandır. Bu insan yalnızca karşısındakine yalan söylemez. Kendine de yalan söyler. Sosyopatlığa giden yolun tam ortasıdır bu.

Çünkü zaafları öyle bir noktaya varmıştır ki, yeni bir vicdan icat etmesi gerekir. Eski vicdanı bu zaafları artık taşıyamıyordur. Hakikati itiraf etmeyi geciktirdikçe geciktirir. Hakikati çarpıttıkça çarpıtır. Çözdükçe dolanır.

Adam karısını aldatıyordur. Başkasına âşıktır. Bunu açık açık söylemez. Binbir dert icat eder. Binbir sorun yaratır. Hayatı yaşanmaz hale getirir. Üçüncü kişinin varlığından bihaber kadın helak olur. Meseleyi çözülebilir bir mesele telakki eder. Ama ne yapsa beş para etmez. Tükenir. Tükendikçe, kendinden nefret eder. Bir gün adam çözülür. Bir üçüncü kişinin varlığından söz eder. Ama utanmadan da ilave eder, bizim meselemizin bununla alakası yok. Seni bir başkası için terk etmiyorum. Hâlâ yeni bir vicdan ya da vicdansızlık bulamamıştır kendine. Ama çözülüvermiştir işte. Kaçırıvermiştir altına.

Onca çaba. Onca debelenme. Hele hele şu kısa ömürde sırf birisi façasını bozmasın diye boşa geçen onca vakit. Kadının kendine olan nefreti aniden karşısındakine döner. Sulh ile bitebilecek bir mesele nefretle biter.

Sonunda Onur Öymen çözüldü. Onur Öymen CHP’dir. Sahibinin sesidir. Ve dedi ki, AB gerçekçi değil. AB’den vazgeçip Atatürkçülüğe dönelim.

Şunu baştan söylesene be kardeşim.

Atatürk’ün muasır medeniyet rüyasının çocukları şimdi bu zaafı hangi vicdana yerleştirecek?

Çünkü bu cümleyi şöyle de okuyabilirsiniz. Muasır medeniyet gerçekçi değil, Atatürkçülüğe geri dönelim.

Bir adım daha ileri gidin, bu cümle deli divane olur. Atatürkçülük gerçekçi değil, Atatürkçülüğe geri dönelim.

Hâlâ Atatürk’ü kimle aldattığının adını vermiyor. Ne Onur ama... Hadi artık söyle. Kemal mi, yoksa... yoksa Enver mi? Hadi artık söyle. Memleketi tükettin artık. Memleketin kaybedecek vakti kalmadı.

AB’yi terk etmek istiyorsun demek. Bakalım neyi terk ediyorsun. Geleceği karşılayabilmek için geçmişin prangalarından kopmaya çalışan medeni bir projeyi terk ediyorsun. Uluslarüstü, ortak vatandaşlık hukuku geliştirmeye çalışan bir projeyi reddediyorsun. Eşitliği istemiyorsun. Eşitlik teklif ediliyor sana, ‘nedense’ ben plebim pleb kalayım diyorsun. Ne Onur ama... Ne ‘gerçekçi’ onur.

Yalnızca ‘geleceği karşılayabilen’ medeniyetler dünyanın geleceğini şekillendirdi. Değişmeyen bir hakikat olmaya aday tek gerçek budur.

AB, dünyanın geleceğini şekillendirsin. Sen buna katılma. Sonra dünyanın geleceği de gelip seni ortalık yerde, şekil şekil şekillendirsin. Sen de bunun adına ‘bağımsızlık’ de. Anti-emperyalizm de.

Batı medeniyeti --ki ona birileri muasır medeniyet de diyordu- yeni bir ortak vicdan oluşturuyor. Bu vicdan artık dışarıdan muhalefete açık değil. Bunun karşılığında, becerebilene, hak edene, şartları kabul edene, ortaklık veriyor. Geleceği karşılamaya, geleceği kurmaya ortak ediyor. Dünya vatandaşlığı veriyor.

Batı’yla bir meselen varsa, bunu Batı’nın içinde çözebilirsin artık. Orada muhalefet edebilirsin. Dışarıda kalıp halledebileceğini düşünüyorsan, sanırım hakikaten Türk’ün dünyaya bedel olduğunu düşünüyorsun. Ne Onur ama? Ne ‘gerçekçi’ onur.

Kemalizmin ayağına dolanan Atatürk’se, Kemalist Onur, ona da acımaz. Yahu bir kültür bu kadar mı daraltılır? Kemalizmden kör topal bir ideoloji bile yaratamadınız. Emir komuta zinciriyle memlekete saplanmış bir doktrin yarattınız.

Batı’da pozitivizmin şehveti bitince, Batı’yla bütün alakanız bitti. Şimdi kendinize yeni bir ‘gerçekçi’ şehvet arıyorsunuz. Onu da, babadan bile değil, dededen kalma bir anti-emperyalizmde buluveriyorsunuz.

Artık dünyanın geleceğine ortak olmayı ‘gerçekçi’ bulmayana, dünyanın geçmişini veriyorlar. Hangi geçmişi istiyorsan seç beğen.

Aklın Batı’yla, medeniyetle her zaman sorunu olabilir. Olmalı. Ama sen faşizan bir şehvet istiyorsun. Batı’yı ve Batı’nın yeni bir gelecek için debelenişini hor görüyorsun. Dünyaya bedel muhayyilende kendi kendini tatmin etmek istiyorsun. Soldan sağa, aklı sıra Mussolini virajı almak istiyorsun.

Atatürk’ün çok önemli bir erdemi vardı. O da, Batı’yı küçük görmemesiydi. Şimdi onu da, onun elinden aldınız. Tamamen kitapsız, pusulasız kaldınız.

Atatürk’ün devri, aklın şehvetten örüldüğü bir devirdi. Ama görünen o ki, onun meselesi akıldı. Ondan ötesini bilemeyiz. Çünkü öldü.

Ama sen yaşıyorsun. Ve sadece şehvet arıyorsun. Şehvetin çoktan akıldan çözüldüğü, kendi köşesine çekildiği bir devirde, aklın geleceğinde bir leş gibi sırıtıyorsun.

Posted at zaman: 11:00 on 20 Haziran 2008 Cuma by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Bir sakıncası mı var?

Demokrasiden yana olanlara her gün yeni bir isim takarak köşelerinde geçinip gidenler var. Allah versin kardeşim. Allah versin...

Demokratların adı şimdi de özgürlükçü, yani ‘libertarian’ oldu. Daha önce liberaldiler. O da kesmezse, vahşi neo-liberaldiler. Ah ne işbitirici laftır, şu vahşi neo-liberal. Allah kazadan belâdan saklasın’a denk düşer. İnananı inanmayanı, hiçbir şeye teveccüh etmeyeni bile, en bâtıl noktasından yakalar. Bu lafı serpiştirin cümlelerinizin arasına, sonra yan gelip yatın. Hep aynı soldan çarklı şarkıyı çalın. İşler tıkırındadır. Şapkaya bahşiş, sadaka dolar.

Aslında ‘libertarian’la ‘liberal’ arasında dağlar kadar fark vardır. Ama olsun, memleketimde hepsi bir. Çünkü iklim müsait. Türkiye’de libertarianla liberali birbirinden ayıracak, bu farkı üzerinde taşıyacak bir siyasi zemin mevcut değil nasılsa. Öyleyse, salla gitsin.

Batı’da liberal, libertarian dediğiniz zaman anlamları ve dolayısıyla anlam farkları vardır. Türkiye’de bu kavramlar Batı siyasi düşüncesine birer referans olmanın ötesinde bir anlam taşımazlar. Çünkü böyle bir anlam farkının varolabilmesi, soluk alabilmesi için siyasi ve demokratik bir espas gerekir. Türkiye’de ise siyasi havasızlıktan bırakın liberali libertarianı, sağın solun bile anlamları gebermiş, leşleri çıkmıştır. Ama leşlerden beslenenler her daim mevcuttur. Tabiatın kanunu.

Hakiki tek siyasi mesele nedir memleketimde? Devlet. Kemalist Devlet. Ve onun alacakaranlıkta öten hukuk kuşları. Ve onun, millete yürümeyen otomobil, yürüyen çamaşır makinesi satan, yüzde 50’nin altına kâr demeyen, darbelerden katma değerli ‘milli’ burjuvazisi. Ve tabii ki, onun dokunulmaz, yargılanamaz, hatta haberi bile yapılamaz askeri. Seçimlerde TÜSİAD’la aynı partiyi destekleyen sol sendikaları da cabası.

Bu devlet daha ziyade bir silah olarak tasarlanmıştır. Memleketi sürekli rehin tutan bir silah. Bu devlet öyle belli belirsiz ideolojik aygıtları olan ‘derinliği medeni’ bir ‘burjuva devleti’ falan da değildir. Bu devlet bir tank gibi tasarlanmıştır. Derin devleti bile jandarmadandır.

Şimdi epey eski zamanda kimler niye bu devleti böyle tasarlamış, bu ayrı bir konu. Eski bir zamanın havasını, kokusunu solumadan, eski zamanın niyetine kısmetine bugünden hükmetmek zor iştir. Bu kadarı pekâlâ anlaşılabilir. Ama bugünün kokusunu almamakta ısrar etmek... Bunun adı tenzilatlı satıştır. Türkiye’nin kapanan siyasetinin elde kalan mallarını tenzilata sokmaktır. Sudan ucuz senatörlük var, kapanın elinde kalıyor! 61 Anayasası’na ne dersiniz? Paçalarından ve belinden biraz alırsak yepyeni durur. Nasılsa damatlık di mi? Tek bir gün giyeceksiniz.

Türkiye’de Kemalist Devlet’le çok ağır hesabı olan bir demokratın İskandinavya’da ya da Fransa’da devletle yine çok büyük bir hesabı olabilir mi? Bilinmez. Bilinemez. Bunu bilebilmek için Türkiye’de siyaset denen havasız zindana demokrat bir pencere açmak gerekir. Ancak o ışıkta görebilirsin. Ve mutlulukla işaret edebilirsin. Aaa liberal, aa libertarian, aa anarşist!

Türkiye’de demokrat şunun farkındadır. Bu kadar teçhizatlı, teşkilatlı, tesisatlı bir devlet kimseye teslim edilmez, emanet edilmez. Hele halkın hizmetine hiç tahsis edilmez. Zırhlı bir tank kadar kendini saklayamayan bu kallavi aygıtı bana emanet etseler, valla belki ben de kimseye teslim etmek istemem. Ne olur ne olmaz. Şeytan doldurur.

Şarjörü boşaltılmış, mesela diyaneti, YÖK’ü kaldırılmış bir devlet mümkün değil midir? Ucuz bir tank kadar pahalıya patlamayan, pahalı bir otomobil kadar ucuz bir devlet mümkün değil midir? Yargısıyla milleti ortadan ikiye yarmayan bir devlet mümkün değil midir?

Türkiye’de demokrat, devleti kimin ne için tasarladığı unutulmuş antika bir silah olmaktan çıkarmak ister. Çünkü ancak o zaman bu devleti rahat rahat AKP’ye de teslim edebilirsiniz, CHP’ye de. MHP’ye de teslim edebilirsiniz. TKP’ye de. Memleket de işine bakar.

Bunun adına ister liberallik deyin ister devlet düşmanlığı. Bunun adı burada demokratlıktır.

Ama bunun küçük bir koşulu vardır. Askerden korkmayacaksın, tırsmayacaksın. Askeri değişmez bir ‘gerçek’ olarak almayacaksın.

Asker bugün Türkiye’de babadan kalma bir darbe yapamaz. Ben, 2008 yılının dünyasında milli geliri 10.000 dolarlık bir ülkede askerin bu kadar şuursuz olacağına ihtimal vermiyorum. Yaparsa da, artık bu milletin bu darbeyi eskisi gibi yiyeceğine, şöyle ya da böyle unutacağına, hiç mi hiç inanmıyorum.

Bir sakıncası mı var?

Posted at zaman: 11:00 on 16 Haziran 2008 Pazartesi by Gönderen gazete koseleri | 1 yorum   | Filed under: ,

Bir futbol yazısı da benden

Futbola hiçbir ilgi duymayanlar bende hüzün duygusu uyandırır. Hiç su içmeden yaşayan bir dostum vardı bir zamanlar, su yerine çay, kahve, bira içerdi. O da bende aynı hüznü uyandırırdı.

Bir de futbolu vahşi ve ilkel bulanlar vardır. Onlara göre futbol neredeyse bütün kötülüklerin anasıdır. Gözü dönmüş milliyetçilik, vahşet, kötü olan her şey sanki stadyumdan memlekete yayılır. Bu kişilerden ise kendimi uzak tutarım. Bunlar hakikatin kör noktasında ikamet ediyorlardır. Bunlar eski Roma arenalarına benzetirler bir futbol stadyumunu. İnsanların ağızlarından kan damlayarak vahşete ortak olmaya geldikleri bir yere. Bu insanlar bilmek istemezler ki, eski Roma’da insanlar arenaya vahşet değil, adalet görmeye gelirlerdi. Arena bir kölenin özgürlüğü için savaşma imkânı olan tek yerdi. O zamanın o pis kokusu ve havasında arena, maalesef adalete en yakın yerdi. Futbol da öyledir. Adalete en yakın duran şeylerden biridir.

Futbolda milliyetçiliğin aymazlığı, densizliği, adaletsizliği öyle çok tutunamaz.

Milli takıma bir yabancı, bir siyahî insan alırsınız, ‘bir futbol yazar bozarı’, Türk takımında Türk olmayan bir yabancıyı hazmedemiyorum diye yaygara koparmaya girişir. Daha cümlesi bitmeden zavallının, sesi boşlukta kaybolur gider. Futbol yoluna devam eder. En ‘milliyetçisi’ bile, futboldan gözlerini ayıramaz, bu zavallıya yüz çeviremez. Aradığı teveccühten mahrum kalan bu Türk İnsanı, başını öne eğer, sesini keser. Onun bu böğürmesi, Türkiye Türklerindir gazetesinde bile yankı bulmaz. Futbol yürür gider.

Futbol yürüdü gitti. Biri Brezilyalı, iki tane siyahî futbolcu var Türk milli takımında. Karşısında Portekiz milli takımı. Orada da Brezilyalılar var. Almanya Polonya maçını, Almanya, Polonyalı oyuncusunun attığı gollerle kazanıyor. İsviçre’nin Türkiye’ye tek golünü bir Türk atıyor. Gol pasını da bir Türk veriyor. Milletler artık bir formadan ibaret. Milliyet ise hemşerilik gibi, belki hâlâ kuvvetli bir duygu, ama birçok kişi için sadece bir süs. Futbolumuz konuşmadan, tartışmadan, uzlaşmadan, dahası hiç vakit kaybetmeden bu durumu iyi kötü kavrayıverdi.

Yan mesleği imparatorluk olan antrenörümüz Fatih Terim bile, bu milliyetçiliğe gönül indirmedi. Hiç ikiletmeden, bir yabancıyı, Aurelio’yu takımın kalbine yerleştirdi. Yoksa ‘ölçüsüz milliyetçi’ Fatih Terim vatanı satan bir liberal mi? İşte Türkiye’nin liberalizmden anladığı.

Fatih Terim liberal mi, milliyetçi mi, kemalist mi bilmem ama, Fatih Terim Avrupa’da para ediyor. Avrupa’da saygı görüyor. Çünkü onlarla aynı basit oyunu, aynı basit kurallarla oynayabiliyor ve kazanabiliyor.

Demokrasi denen basit kurallı, basit oyunu, onlarla aynı sahada bir türlü oynayamayan Deniz Baykal kaç para eder Avrupa’da? Beş para etmez. Sosyalist Enternasyonal onun konvertibilitesini çoktan tahtadan kaldırdı. Alevileri tanımamakta ısrar eden bir AKP kaç para eder? Cemil Çiçek Avrupa’da kaç para ederse, tam o kadar eder.

Şimdi dünyada beş para etmezleri burada başımıza taç etmek milliyetçilik oluyor. Onlara müstahakkını vermek istemek ise liberalizm.

Avrupa’da da liberal var, milliyetçi var, sosyalist var. Ama bunların hiçbiri oynadıkları oyunu 50 yıl öncesinin sahasında oynamıyor. Bugünün Avrupası’nda oynuyor. Bugünün Avrupası ise 50 yıl öncesinin Avrupası’na göre 50 misli daha liberal bir zemin.

Ulus devlet ve onun engebeli, çamurlu zemini oyunu çirkinleştirince, oynanmaz ve seyredilmez hale getirince, Avrupa zemini yeniledi, baştan sona liberalleşti. Yalnızca sınırları açmak bile 50 yıl öncesinin Avrupası için neredeyse hayal edilemez büyüklükte bir liberal hamledir.

Dikkat. Dikkat. Zemini liberalleştirmekle oyunu liberalleştirmek arasında dağlar kadar fark vardır. Zemini liberalleştirmek toprak sahadan çim sahaya geçebilmektir. Saf kan‘askerler’den oluşan takımı insanlardan oluşan bir takıma çevirebilmektir. Oyuncularının, antrenörlerinin ve hakemlerin değerini dünyanın en iyilerine denk kılmaya çalışmaktır. Oyunu liberalleştirmek ise bambaşka bir şeydir. Mesela ofsaydı kaldırmaktır. Bir de oyunu değiştirmek var tabii. O da, 9 kuralı 18 kurala çıkarmaktır. Hakeme istediği takımın formasıyla sahaya çıkma hakkı tanımaktır.

Zemini liberalleştirmek isteyenlere bütün oyunu liberalleştirmek istiyor muamelesi yapılmasıysa yalnızca memleketimde yenip yutulacak bir pespayeliktir.
Futbolu asla hor görmeyin. Futbola yediremedikleri pespayelikleri hepimize her gün yediriyorlar.

Posted at zaman: 11:00 on 14 Haziran 2008 Cumartesi by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: ,

Şifre-deşifre çemberi

Salı günü, yine bu köşede, Etyen Mahçupyan’ın yazısı muhteşem bir ironiyle başladı ve bitti.

--Şeklen bir demokraside, esasen otoriter bir vesayet rejimi altında yaşıyorsak, şekil denetimi ne ola, esas denetimi ne ola? Şekli inceleyen esası inceliyordur. Esası inceleyen ise aslında şekli. Gocunabilirsin, ama sakın şaşırma

Bütünüyle başaşağı bir rejim. Şekil dersem esas anla. Esas dersem şekil anla

Bu ironide bir şey daha gizli. Ki bu her şeyden daha vahim. O da, Türkiye’nin ‘şeklen’ demokrasi olmakta ve kalmaktaki ısrarı. Şeklen demokrasiyi derinleştirme çabası. Şeklen demokrasinin dilini kurma, bu dili anlamlandırma, memleketi bu dile kilitleme ihtirası. Bu dil, yalnızca karanlıkta parlayan fosforlu bir dil. Bu dil, şeklî demokrasiden esas demokrasiye geçişi engellemek için otoriterliğe binbir demokrat jargon taşıyan bir dil. Bu dil, kendi kendilerini merkeze atayıverenlerin dili.

Bu dille savaşmadan, bu dille uğraşmadan, bu dili mahkûm etmeden, bırakın tartışmayı, konuşmak bile mümkün değil. Çünkü bu dil, insanların aklını karıştıracak. Bu dil, zamanın ayağına dolanacak. Bu dil, Türkiye’yi demokrat dünyadan izole edecek. Bu dilin varlığı ve gittikçe zenginleşmesi sayesinde, ‘yabancılar’ ‘Türk demokrasisi’nin ‘içişlerine’ karışamayacak.

Eskiden cumhuriyet ve muasır medeniyetin taştan, plastikten referansları ile idare eden rejim, yeni dünyada artık kendine bir demokrasi dili kurmak zorunda. Artık bir anlam dünyası yaratmak ihtiyacında. Yalnızca burada değil, otoritelik her yerde, mesela Rusya’da da bir demokrasi dili arayışı içinde.

İtidal çağrısı denen, bu yeni sahte dili kurun ve bu dilin içerisinde kalın, emrinden başka bir şey değil.

Türkiye’de birileri, ki onlar özürsüz ve şuurları fena halde yerinde ‘ortayolcular’, her gün bu dili baştan kuruyorlar. Otoriteyi demokrasiyle şifreliyorlar. Esasta otoriter, şeklide demokrat bir şifreyle konuşuyorlar, yazıyorlar.

Geniş tabanlı uzlaşmadan söz ediyorlar. Aslında söz ettikleri, arzu ettikleri, biat edilmesi.  Biat kültürünü ‘uzlaşma’ adı altında demokrat bir şifreyle tekrar tedavüle sokmak istiyorlar. Totaliter referanslar dünyasından demokrat bir anlam dünyasına geçmek istiyorlar. Demokrat şifrelerle itekleyerek memleketi, bir köşede kilitlemek istiyorlar.

Sürekli ‘çoğulcu demokrasi’yi vurguluyorlar. Ne kadar güzel di mi, kim istemez? Çoğulcu demokrasi kelimesinin içine şifreledikleri, şantajcı otoriterlik. Deşifre edince görüyorsunuz ki, nedense sürekli endişe içinde olan bir azınlığa, her parmak şaklattıklarında, 5 yıldızlı bir gönül rahatlığı temin edemezseniz, azınlık diktatörlüğü devam eder, demek istiyorlar. Çoğulcu demokrasilerde gayet tabii ki siyasi ya da etnik azınlıklar haklarını almak için her türlü demokratik imkânı sonuna kadar kullanma hakkına sahiptir. Ama bu imkânların bırakın sonunu daha başında bir iktidar partisini kapatmak yoktur

Hukukun üstünlüğü şifresine hiç girmeyelim. Onu, sözünü ettiğim yazıda Etyen Mahçupyan deşifre etmiş zaten. Çok da iyi etmiş.


Otoriterliği demokrasiyle şifreleme çabası ‘çok sesli’ televizyonlarımız için de çok önemli.

Bu şizofrenik imkân sayesinde “tartışamama programları” büyük rating alabiliyor

Birileri sürekli otoriterliği demokrasiyle şifreliyor. Hem de ne şifrelemek, 180 derece tersinden şifreliyor. Demokrat da çıkıp helak oluyor. Ve elinden geldiğince o dili deşifre ediyor.

Şifre-deşifre, şifre-deşifre, şifre-deşifre, devran dönüyor. Bunun adı tartışma değil, hatta münazara bile değil. Bu hiç bitmeyen bir psikanaliz seansı gibi. Seans hiç bitmiyor, çünkü hasta olan hastanenin sahibi. Seans, o ne zaman ‘rahatlarsa’ o zaman bitecek

Bu dili büyük itinayla kuran ‘itidalli’ kişilere çok dikkat etmek lazım. Çünkü onların önemli bir kısmı kuzu postunda kurt.

Onların derdi, Türkiye’yi bu şifre-deşifre patinajıyla yavaşlatmak. Demokrasi ateşiyle otoriter zehrin dansını ebedî kılmak. Ve Türkiye’ye zamanı kaybettirmek.

Zaman kaybetmek artık her şeyi kaybetmektir. Çünkü beğenin beğenmeyin, dünyanın yeni oturuş düzeni Türkiye’yi demokrat dünyaya davet etmek zorunda kaldı. Ama bu davetin altında bir de LCV var. Davete icabet edip etmeyeceğinizi önceden belirtmeniz lazım. Öyle elinizi kolunuzu sallayıp istediğiniz zaman, istediğiniz gibi, ben geldim lan, diye dalamazsınız oraya.

Demokratların üzerinde, zamanı, çağı ve dünyayı arkalarına almış olmanın gizli rehaveti var sanki. Tarihe teslim etmişler siyaseti. Karşı tarafı küçümsüyorlar... Nasılsa bir gün demokrasi gelecek... Hangi gün geleceğini bilmek bu devirde çok önemli. LCV

Posted at zaman: 11:11 on 12 Haziran 2008 Perşembe by Gönderen gazete koseleri | 0 yorum   | Filed under: